Öne Çıkan Yayın

PUGLIA - Itria Vadisi

25 Ocak 2012 Çarşamba

ATINA

Atina için Milano'dan sonra en çok seyahat ettiğim ve hem mitoloji sevdam hem de dostlarım sayesinde en sevdiğim Avrupa şehri diye bahsedersem sanırım ki yanlış bir şey söylemiş olmam. Tüm siyasi söylemlerin ötesinde Türk-Yunan dostluğunun iyi birer örneği ve temsilcisi olduğumuza inanır, bunu da birbirimize daima hatırlatırız.

Birkaç gün evvel yakın bir arkadaşım Atina şehri için tavsiyeler isteyince, "neden bunca zamandır detaylı bir Atina postu yapmadım ki?" diye sordum kendime ve şehri etraflıca gezmek isteyecekler için tüm deneyimlerimi -her sayahat sonrası da güncelleyerek- yazmaya karar verdim..  

Sanırım Atina'ya giden herkes şehri gezmeye öncelikle ünlü meydan Syntagma'dan başlayacaktır. Bu meydanı şehrin merkezi olarak düşünebilirsiniz. Son zamanlarda (2012-2013 dönemi) yaşanan iç karışıklıklar nedeniyle haberlerde de sıkça gördüğümüz Parlamento Binası bu meydanda bulunuyor. Turistik olsa da bu meydanda insan manzaraları izlemek dışında görülmesi gereken tek şey; Parlamento önündeki askerlerin nöbet değişimi olabilir.. Değişim, savaştan geri dönmemiş askerler için yapılmış olan anıt yazısının önünde ve düzenli olarak her saat başı yapılıyor. Yani, günde 24 kez. Ayrıca pazar günleri sabah saatlerinde resmi törenli değişim yapılıyor ki çocuklu aileler bu töreni izlememeyi pek seviyor..

Syntagma Meydanı'nın dünyaca ünlü oteli Hotel Grande Bretagne, ikonik Acropolis manzaralı teras barı ve restoranı ile aperitivo almak ya da bir akşam yemeği için romantik bir adres olarak kabul edilebilir..

Parlamento binasının hemen arkasında şehrin varlığından gurur duyduğu bir park bulunuyor. İsmi, National Garden olarak geçiyor. İçinde bir gölü de bulunan parkta; sabah yürüyüşleri yapabilir ya da gün içinde gönlünüzce doğa içinde vakit geçirebilirsiniz.. Özellikle bir öneri isterseniz; ana girişte bulunan Güneş Saati ve park içine ekilmeden evvel bitki ekim denemelerin yapıldığı kış bahçesini mutlaka görmenizi önerebilirim. (Park sonrası da Olympian Zeus tapınağını gezebilirsiniz.)

Syntagma Meydanı'nda sırtınızı Parlamento binasına doğru verirseniz, karşınıza çıkan cadde; Ermou Street. Bu cadde üzerinde ortalama fiyat segmentinde olan markaların mağazalarını görebilirsiniz. Ayrıca sokak satıcıları, ressamlar ve kendi halinde küçük butikler de caddede sıralanmış durumdalar. Caddenin sonu ünlü Monastraki bölgesine bağlanıyor. Monastraki, tarihi Roma forum alanının sınırlarında bulunan ve günümüzde kafe, restoran ve hediyelik eşya butikleriyle çevrelenmiş bir semt. Bu arada Ermou Street'in hemen sonunda bir küçük Bizans kilisesi göreceksiniz. İsmi Kapnikarea. Kilisenin 11.yy'dan kaldığı tahmin ediliyor. Nedenini bilmiyorum ama hiç içine girmediğim halde kapılarında bol bol fotoğraf çekindiğim bir kilise kendisi.

 
Monastraki, Plaka bölgesinin hemen yanında kalıyor. Bazı sokaklarında, kafanızı kaldırdığınız an muhteşem Acropolis manzarasını görebileceğiz, kafe ve restoranlarla dolu bir bölge burası. Pazar günü burada kurulan bit pazarını ilgi alanınız ise notlarınıza ekleyebilirsiniz.

Şehirleri kendi şehrimize benzetme klişesinden yola çıkarsak; Monastraki aslında bizim Sultanahmet'imiz olarak tanımlanabilir. Kendisini ya çok sever ya da nefret edersiniz bana kalırsa.. Bu bölge geceleri de fazlasıyla hareketli oluyor. Yunanlıların ünlü Souvlaki'sini denemek için Monastraki sokaklarında bolca alternatif bulabilirsiniz. Şehrin yerlisi arkadaşlarım senelerdir Souvlaki yemek için ya Savvas Restaurant'i ya da Thanasis'i tercih ederler. Ancak şunu da itiraf etmeliyim ki; Souvlaki'yi en salaşından, en lüksüne dek birçok farklı kafe, şehir ya da plaj restoranda yemiş olmama rağmen tam olarak sevebildiğimi söyleyemem. Souvlaki dışında çok daha iyi ve tavuk tabakları olduğunu da rahatça söyleyebilirim.. Yine de Yunanistan mutfağı demek deniz ürünü ve meze demek diyorsanız Klimataria Tavern'i şehrin en eski tavernalarından biri olarak not edebilirsiniz. Ayrıca Hard Rock Cafe tutkunlarına da bilgi olsun; kafeniz bu semtte bulunuyor...  (Adres; Adrianou 52)


Psiri; Monastraki Meydanı'na çok yakın, eski ve kalabalık görüntüsüyle kaos hissi hiç eksilmeyen, ama şehrin en pitoresk bölgelerinden biri olarak da kabul edilebileceğiniz bir semt. Bu sokaklarda vakit geçirmek, galerilerinde dolanmak çok keyifli, ama benim asıl sevdiğim şey; Psiri sokakları sonrası yavaş yavaş Acropolis'e doğru yaklaşmak.. Ayrıca şehrin bu bölümündeki mekanlarda akşamlar da aşırı hareketli geçiyor. Eski zamanlarda tam bir Teksas havasında olan semtin son yıllarda kazandığı bu keyifli hal ve tavır kesinlikle yaşanası...

Prisi'de Oineas Restaurant Efie ile uzun yıllardır hatta tam olarak 2005 yılından beri güzel havalarda gitmeyi tercih ettiğimiz ve hep çok lezzetli bulduğumuz adreslerden biri.. Klasik Yunan mezeleri, et ağırlıklı ana yemekleri ve cozy dekoruyla bizi daima mutlu ediyor bu restoran... Ayrıca semtin tatlı pastanesi Nancy's Sweet Home da kesinlikle ıskalanmaması gereken bir adres olarak notlarınızda olmalı.



Atina şehrinde "Antik Yunan Tarihi ve mitoloji gezileri" yapılacaklar listesinin benim için ilk maddesi sayılır; zira batı medeniyetindeki en eski yerleşim ve eski dünyanın en entelektüel adresi olan şehirde yapılacak daha iyi bir aktivite hakikaten düşünemiyorum. Sokrates'in ya da Platon'un daha evvel yürüdüğü bir yolda yürümek bile aşırı heyecan verici!

Dünyanın en ünlü ve en önemli simge yapılarından biri kabul edilen ve bir uçurum kenarını adeta taçlandıran Unesco Dünya Mirası Acropolis, hakikaten muazzam bir güzellik! Oldukça büyük bir alanda konumlanmış olan yapının çevresinde amfi tiyatrolar, forum alanları ve tapınaklar bulunuyor. Parthenon; Acropolis'in en yüksek noktasını kaplayan, M.Ö. 438 yılında inşa edildiği bilinen ve Tanrıça Athena'ya adanmış antik dünyanın en görkemli tapığı... ErechtheionAcropolis içinde M.Ö. 421-406 yılları arasında inşa edildiği düşünülen tapınak ve benim de kişisel favorilerimden biri.. Hiç anlamadığım bir şekilde; tapınakta görünen heykellerin originallerinin beş adedi Akropolis Müzesi'ndeyken bir heykel British Museum'da.. Çok saçma!  Temple of Athena Nike; Acropolis'in yükseltilmiş bir kayalığında konumlanmış ve M.Ö.420 yılından kalmış bir İyon tapınağı. Zamanında Persler tarafından zarar görmüş olsa da günümüze ulaşmış olması müthiş.. Tapınağın original parçalarını Acropolis Müzesi'nde görebiliyorsunuz..  Dionysus TheatreAkropolis'in kayalık bir yamacında bulunuyor ve M.Ö. 4.yy.da yapılmış ve Avrupa tiyatrosunun temeli kabul ediliyor. 

Temple of Zeus; ismi Olympeion olarak da geçen ve tanrıların kralı Zeus'a adanmış muazzam bir tapınak. 700 yıl gibi bir sürede inşa edildiği biliniyor. Ne yazık ki Zeus Tapınağı zarar gördüğü için günümüze tamamı ulaşamamış bir yapı, ancak elimizde kalmış olan hali bile kesinlikle es geçilmeden detaylıca incelenmeli diye düşünüyorum... The Ancient Agora; Antik Atina'nın kalbi sayılırmış. Hem pazar yeri hem de sivil ve ticari merkez olarak düşünebilirsiniz kendisini. Geniş bir alan olduğundan rehber edinmek ya da detaylıca bir araştırma yaparak gezilmesinin daha uygun olduğunu söyleyebilirim. Bu alandan çıkmış eserler için yapılan Museum of the Ancient Agora'yı da eğer vaktiniz varsa ziyaret edebilirsiniz. Temple of Hephasteus da şehrin önemli tapınaklarından bir diğeri; zira eğer yanlış bir bilgi değilse kendisi antik zamandan günümüze ulaşan en iyi korunmuş tapınak kabul ediliyor. Yapımı M.Ö. 5.yy.

Odeon of Herodes Atticusbir konser izlemeyi hayal ettiğim antik tiyatroların başlarında geliyor. Zaten kendisi Roma Dönemi boyunca da konser salonu olarak kullanılmış bir yapı. Çok geç bulunmuş, restore edilerek şehre armağan edilmiş ve hali hazırda günümüzde de akustik gücü sayesinde konser salonu olarak kullanılıyor.

Bunca yıldır şehre gidiyoruz hala görmediğimiz tarihi noktalar da yok değil. Panathenaic Stadium hala görmediğim ama Alpico doğduktan sonra onunla görelim diye ertelediğim yerlerden biri. Zamanında 1896 Olimpiyat Oyunları'nda da kullanılmış stadyum tamamen mermerden yapılmış enteresan ve kendine has bir örnekmiş. Görülecekler listemizde hala tiklenmemiş bir diğer yapı ise; şehrin bir miktar dışında kalan Temple of Poseidon. Adı üzerinde denizlerin tanrısı Poseidon'a adanmış tapınak Panathenaic gibi tamamen mermerden yapılmış. Bir gün batım vaktinde, sütunlarına yansıyan renklerin güzelliğini kendi gözlerimle de görmeyi çok istiyorum...

Acropolis ve National Archeological müzelerine her şehir ziyaretinde vakit ayrılabilirsiniz diyebilirim; zira ilgi alanınız ise her ziyarette bir başka bilgi edinip, keyif alacağınız süphesiz.. Arkeoloji Müzesi onlarca odadan oluşan, Neolitik dönemden Mısır'a ve Roma'ya kadar her antik çağ medeniyetlerinden eserler barındıran mükemmel bir müze.. En güzeli de içindeki her eserin kronolojik sırada düzenlenmiş olması. Bu anlamda da müzeyi gezerken eserleri ve dönemleri anlamak çok kolay oluyor. Favorim; M.Ö.16.yy'dan günümüze ulaşmış bir cenaze maskesi olan Agamemnon Maskesi. Tüyler ürpertici ama nefis bir dünya mirası diye düşünüyorum.

Acropolis Müzesi kalıntılar üzerine inşa edildiğinden zemin katında genelde ya cam panellerde yürüyorsunuz ya da açık alanda geziyorsunuz. Erechtheion, Propylaea Geçidi ve Temple of Athena Nike müzenin en ilgi çekici ve yine kronolojik olarak takip edebileceğiniz önemli eserleri. Ayrıca Roma ve erken Hristiyanlık dönemine ait eserleri de müzede görebiliyorsunuz.

Parthenon heykellerinin tanıtıldığı videoyu izlemenizi ve tapınaklardan alınan heykelleri es geçmemenizi özellikle öneririm. Bu arada müze sonrası keyifli de bir yemek molası vermek isterseniz; Acropolis Museum Restaurant manzara bonusuyla tavsiye edilebilir bir adres.

Eğer bu iki müze size fazla gelmez ise Benaki Museum adı altında toplanan şehrin önemli müzelerini de gezmenizi ve Yunan kültürünün geçmişini ve günümüz zamanlarını da incelemenizi öneririm. (Kurtuluş Savaşı zamanlarından resim, silah ve belgeler de bulunuyor) Ama mutlaka müzelerin açık oldukları günleri ve saatleri kontrol etmenizi öneririm; zira bazı binalar haftanın yalnızca birkaç günü açık oluyor.

Kocaman bir ova içinde heybetli bir tepesi var şehrin. İsmi Lycabettus ve kendisi şehrin en yüksek noktası oluyor. Birçok sokak ve teras restoran/bardan izlenen ikonik Acropolis manzarası sonrası şehrin ikinci ikonik manzarası bu tepe olabilir diye düşünüyorum. Tepeyi şehirden izlemenin yanında, tepe üzerinden de şehre bakmanın enfes olduğunu bilin. Akropolis'i bu tepeden izlerken, hava açık ise Pire semalarını dahi görebiliyorsunuz. Aslında bu tepe için "şehri 360 derece panoromik izlenme noktası" diyebiliriz. Ulaşmak için dilerseniz yürüyebilir, dilerseniz de teleferik kullanabilirsiniz. Tepede bulunan restoran Orizontes'i biz deneyimlemedik ama manzara bonusu ve lezzet konusundaki iddiası ile keyif alacağınız bir akşam ya da gün batımı vakti geçirebilirsiniz.


Kocaman bir ova içinde heybetli bir tepesi var şehrin. İsmi Lycabettus ve kendisi şehrin en yüksek noktası oluyor. Birçok sokak ve teras restoran/bardan izlenen ikonik Acropolis manzarası sonrası şehrin ikinci ikonik manzarası da bu tepe zaten. Tepeyi şehirden izlemenin yanında, tepe üzerinden de şehre bakmak çok keyifli elbette. Akropolis'i bu tepeden izlerken, hava açık ise Pire kıyılarını dahi görebiliyorsunuz. Aslında bu tepe için "şehri 360 derece panoromik izlenme noktası" diyebiliriz. Ulaşmak için dilerseniz yürüyebilir, dilerseniz de teleferik kullanabilirsiniz. Tepede bulunan restoran Orizontes'i biz deneyimlemedik ama manzara bonusu ve lezzet konusundaki iddiası ile keyif alacağınız bir akşam ya da gün batımı vakti geçirebilirsiniz.

Plaka, Acropolis'in hemen yamacında kalan tavernalar ve kafelerin olduğu turistik bölgeye deniyor. Atina'nin en eski yerleşim bölgesi olduğundan Plaka'nın resmen bir ruhu var benim için.. Neoklasik binalar, dar ve bir anda karşınıza çıkan begonvillerle kaplı sokaklar ve karmakarışık bir yaşam ama her gittiğinizde sizi şaşırtacak sürprizlerde dolu bir bölge burası. Ayrıca gastronomik olarak da birçok farklı deneyim sunuyor ziyaretçilerine...

En iyi Acropolis manzarası için 360 Cocktail Bar'ı özellikle notlarınıza eklemek istiyorum. Son yılllarda şehrin en iyi barlarından biri kabul ediliyor kendisi. Akro ise iyi bir gastrobar örneği olarak ve yine Acropolis ve Lycabettus manzara bonusuyla notlarınızda olabilir.


Şehrin bizim Nisantaşı'mıza benzetebileceğimiz yeri Kolonaki. Kolonaki'nin ana meydanı ise Filikis Eterias Squire. Bu meydanın en ünlü ve simge kafesi ise; Da Capo. Self servis bir işletme kendisi ve yerliler için önemli bir uğrak noktası sayılabilir. Yunan değil de Fransız havası alacağınız Da Capo'da mutlaka kendinize bir kahve içimlik zaman ayırın derim.

Kolonaki'de ara sokaklar da çok canlı bir hayata sahip. Aslında deneyimlediğimiz onca mekan içinde iyi bir burgerci olan Jackson Hallhavalı Armani Cafe, lezzetlerini çok sevdiğimiz Prytaneio ve meydana yakın Loukianou Street'te bulunan ve gecelerimizi sonlandırmayı sevdiğimiz Rock n Roll Bar ne yazık ki kriz günlerine karşı duramayıp kapanmışlar.. 

Skoufa Street irili ufaklı onlarca cafe ile dolu. Özellikle akşamları bir dolu bar ve gece kulubu seçeneğiniz (yine çokça mekan kapatılmış olsa da) var bu sokakta. Big Apple, Skoufaki çok üzücü ama sevdiğimiz ama kalıcı olarak kapananlardan.. Passepartout ise maşallah hala devam ediyor varlığına.... 

Alışveriş Kolonaki'de daha çok Patriarhou ve Pedestrianised Tsakalof caddelerinde yapılabilir ama ara sokaklarda da hem giyim hem de ev dekoru üzerine enfes butikler var. Gezmenizi tavsi ederim...

  

Glyfada ve Vouliagmeni bölgelerini şehrin Bağdat Caddesi (Glyfada) ve Boğaz hattı (Vouliagmeni) gibi düşünebilirsiniz. Her iki bölge de merkezden 20 dakika kadar uzakta kalıyorlar.

Glyfada'danın en ünlü caddesi Metaxa Street olsa da kafeler daha çok Zissimopolou Street üzerinde bulunuyorlar. Favorim kesinlikle Metaxa Street üzerindeki Opus. (Opus, bayıldığımız Yunanlı sanatçı Antonis Remos'un mekanı. Kendisini bugüne dek orada görmüş değiliz ama Efi'nin düğününün after party'si orada olduğundan ayrı bir seviyoruz kendisini) Bu arada Opus hem kafe hem restoran olarak hem de gece kulübü olarak hizmet veriyor.

Bir Yunan tavernası olan ve her Atina seyahatinde mutlaka öğle yemeği yediğimiz Sardelaki semtin bize göre en keyifli balık-meze mekanlarından biri ve senelerdir asla kalitesinden ve lezzetinden ödün vermemiş bir mekan kendisi..

Vouliagmeni, marinası ve plajlarıyla ünlü olması yanında mekanlarıyla da çok tercih edilen ve son yıllarda hızla gelişen bir bölge. Deniz manzaralı En Plo gastrobar kriterlerinde oldukça başarılı bir işletme ve kriz sonrası hala ayakta olması büyük mutluluk; zira deneyimlediğimiz birçok mekanı yeniden kontrol ettiğimde kapandıklarını görüp kederlendim.. Yalnızca Efie ve benim için manevi kıymeti de olan Moorings'in hala açık olmasına çok seviniyorum... Denizin kenarında enfes bir öğle ya da akşam yemeği yiyebilirsiniz burada..


Şehrin en Modern semtlerinden biri Gazi bölgesi. Yine bol bol kafe, restoran ve bar bulunuyor bu semtte de. Yunanlıların en sevdikleri şey dışarıda akşam yemeği yemek olduğundan Gazi de akşamları müthiş kalabalık oluyor, özellikle de yaz akşamları..

Metro'nun Keramikos istasyonundan Gazi'nin direkt kalbine ulaşabiliyorsunuz. Voutadon ve Persefonis caddelerinde gönlünüze göre barlar ya da kafe ve restoranlar bulabilirsiniz. Bu semtte bizim favorimiz Gazi College.

Gelelim Pireus ve can'ım Microlimano'ya. Hiç lafı uzatmayacağım; bana göre Pire'yi detaylı gezecek ya da gezmeye değer bulunacak pek bir taraf hakikaten yok. En azından bunca yıldır benim deneyimim bu. O nedenle Pire'yi daha çok adalara seyahat öncesi uğrayıp soluklandığımız bir geçiş noktası olarak düşünürüz biz ya da erken saatli feribotlarda bu çevredeki otellerden birinde konaklar ve sabah erkenden limana ineriz. Bu yüzden Pire'de vakit geçirmek yerine kendisine pek yakın olan Mikrolimano'ya doğru uzanmanızı tavsiye edebilirim.

Mikrolimano, bizim Kalamış kıyılarızı andırıyor. Sırayla dizilmiş restoran, kafe ve barların bulunduğu minik bir cadde kendisi. Mekanlar keyifli dekore edilmişler ve de içlerinde lezzet çıtası gerçekten yüksek olanlar var. Aklımda kalan adreslerden Bahaliko aşırı cozy dekoru ile çok sevdiklerimizden biriydi, lakin krize karşı duramayıp kapandığını öğrendik ve üzüldük. Bahaliko dışında bu limanda önereceğim en iyi adres; Varoulko Seaside. Marina ve tekne manzaralarına karşı uzo-balık keyfi yapıp, Yunan mezelerini deneyimlemek isterseniz kendisi kesinlikle iyi bir tavsiye.

Hazır Microlimano'ya gitmişken Pasalimani denen bölgeyi de gezinize dahil edebilirsiniz. Deniz kenarında tatlı bir semt burası ve yeni yeni açılmaya başlayan kafe restoranlarıyla da gelecek vadediyor. Bu mekanlardan Belle Amie hem dekoru hem de lezzetleriyle bizi aşırı mutlu eden mekanlardan biri olmuştu..

"Atina'da denize girilir mi?" sorusunun da yanıtını hemen vermek istiyorum. Glyfada'nın sahil kesimini deniz için merkez kabul edebilirsiniz. Hatta o kıyı birçok semti de kapsayan uzun bir sahile sahip ve bu sahilde onlarca plaj işletmesi mevcut.. Tüm günü bu plajlarda ve Yunan lezzetleri eşliğinde geçirebiliyorsunuz. Yalnızca aradığınız o dillere destan Ege sularına sahip olamayacağınızı bilmenizi isterim. Ayrıca şunu da eklemiş olayim ki; bu sahil şeridinin Vouliagmeni tarafı işletme anlamında çıtayı da daha yüksek tutuyor.. 

Atina'yı duygusal bağımdan öte, başlı başına bir deneyim olduğunu düşündüğümden de çok seviyor ve hiç olmazsa bir tam gün ve gecemizi her Atina üzerinden gidilecek yaz tatili destinasyonlarımızın planlarına ekliyorum. Bu huyumu da çok seviyorum...

Şehre yaz aylarında gidecekseniz (ki aslında en sıkı turist dönemi sıcağa rağmen Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarıdır) sıcakları da hesaba katarak şehirden çok hızlıca ülkenin muhteşem adalarına kaçmanızı önerebilirim. Ancak bahar aylarında Atina'da olursanız şehrin tarihini ve de sokaklarını gezmeye doyum olmaz diye diyebilirim.. Bu nedenle de detaylı bir Atina gezisi için şehre dört tam gün ayırmanızı öneririm.

Revize bilgi; Haziran 2019 itibariyle Çeşme-Atina arası feribot seferleri de başlamış durumda. Yaklaşık yedi saatlik bir yolculukla ister yaya ister araçlı olarak seyahat edebiliyorsunuz.. Yalnızca, yanaştığı liman Pire değil de daha küçük bir liman olan Lavio. Bu limandan adalara geçiş imkanı elbette var. Hatta hem daha az bilinen ve lokal kalabilmiş olanlara hem de pek meşhur olan Kiklad Adaları'na...

Yunanistan'ın Pire, Lavrio ya da Rafina limanlarından gidilebilecek ada postları;
MYKONOS 1 (ulaşım ve plajlar)
MYKONOS 2 (lezzet ve eğlence)

ATİNA'dan ana kara üzerinde alternatif yol tavsiyeleri;

İpsala Sınır Kapısı sonrası seyahat edilebilecek ada ve ana kara noktaları;

BODRUM'da yakın Yunan Adaları;
KALYMNOS

sevgiler
lulu 
x

20 Ocak 2012 Cuma

FLORANSA


Hayatımın en güzel anlarıydı hamile olduğum günler. Rahat bir hamilelik dönemi geçirdiğimden seyahatlerimiz de eskisi gibi devam etmiş, atta üzerine daha da farklı lezzetler sunmuştu bize.

Venedik postu ile başladığım "hamilelik günleri seyahat anıları"na Rönesans güzeli Floransa ile devam edeyim istiyorum. Biraz o seyahat, biraz diğeri ve bir diğeri şeklinde harmanlayarak anlatacağım şehri dilim döndüğünce..

Floransa, İtalya'nın en sevdiğim şehirlerinden biri. Ne Milano kadar havalı ve burnu büyük ne de Roma kadar sıcakkanlı bir şehir Floransa, ancak tam da ikisinin ortasında bir tavırda ve bence bu hali ile oldukça tadında.. Ayrıca kültürel ve tarihi açıdan da İtalya'nın ve hatta dünyanın en tatmin edici şehirlerinden biri diye düşünüyorum. Düşünsenize; Dante, Michelangelo, Donatello, Raphael ve daha niceleri var bu şehrin tarihinde... Diğer yandan bir de Toskana bölgesinin başkenti olarak Toskana'nın muazzam doğasına açılan bir kapı olarak kabul ediliyor kendisi. Yani bir bakıma arka kapısı evrenin bahçesine açılan en lezzetli şehir Floransa bile diyebiliriz.

Michelangelo Tepesi'nden gözümüze değen o enfes köprüler ve şehir görüntüsü, Floransa'nin mimari açıdan tek bir karede dahi güzelliğini ortaya koyuyor bana kalırsa. Hatta gördüğüm en etkileyici şehir manzarası da bu dersem sanırım şu ana dek edindiğim deneyimlerdeki hiçbir şehre ihanet etmiş olmam. (Prag da çok farklı bir güzel, kabul ediyorum.. ama burası bir Rönesans şehri ve benim Rönesans aşkım pek tartışmaya açık değil..) 

 
T A R İ H   -   S A N A T

Floransa Katedrali şehrin kesinlikle en önemli tarihi yapısı. Kendisine de Duomo deniyor ve o zaman benim aklıma hep hayran olduğum Milano'daki Duomo Katedrali'ni getiriyor, ancak Floransa'nın Duomo'sunu da çok seviyorum elbette.. Cosimo de'Medici'ye de şükran duyuyorum bu yapıyı dünya mirasları arasına kazandırdığı için. Cosimo'nun büyük bir tutkuyla katedralin tamamlanmasını istediğini ve bu yolda yaşadığı zorlukları -daha çok kubbesinin tamamlanması esnasında- bildiğimden yapıyı daha da önemsiyorum. Bu arada Katedralin mirarı, Rönesans döneminin ilk mimar ve mühendisi kabul edilen Brunelleschi. Brunelleschi kilisenin tüm kalan bölümlerinden daha fazla zorlanarak inşa etmiş yapının kubbesini. O nedenle orada öylece durup katedrale bakarken, onun ismini anmamak mümkün değil benim için...

Floransa Duomo Katedrali'nin dış cephesi her ne kadar sanatsal bir şov gibi görünse de iç kısmı dışının tam aksine oldukça sade. Ama kubbe bölümüne gelince ve başınızı yukarı kaldırınca enfes detaylar göreceğinizi de söyleyebilirim. Beni bu yapıda en çok etkileyen de bu detaylı kubbe bölümü zaten. Fresklerle kaplı kubbenin bir yerinde "ECCE HOMO" yani ”işte insan” yazılı ve beni fazlasıyla etkileyen bir detay bu. Eski şehrin tam merkezindeki bu güzeller güzeli yapının Medici ailesinden kalmış bir mücevher olduğunu varsayıyoruz biz sevgiliyle. Çevresindeki Ortaçağ izleri taşıyan yapılar arasında renkli mermerleriyle de adeta ışıldıyor diye düşünürüz. Sizce de öyle değil mi?

Hemen katedralin yanında duran ve genelde onun bir uzantısı olarak görünen (dış cephesindeki mermerlerin renk benzerliği nedeniyle) Giotto'nun Çan Kulesi yani Giotto's Campanile aslında ayrı bir tarihi yapı ve hakikaten esaslı da bir Floransa Gotik mimari örneği kabul ediliyor.. Turistik bir aktivite olsa da Floransa ve aslında daha çok katedralin kubbesini fotoğraflamak için (eğer 400 küsür merdiven çıkmayı göze alırsanız) enfes bir nokta kendisi; zira kule, Duomo'nun kubbesinden bir miktar uzun.. 

Yine katedralden bağımsız olan ama sanki onun bir uzantısıymış gibi algılanan Baptistery of St. John da şehrin önemli dini yapılarından bir diğeri. Biz şehirdeyken öylesi kalabalıktı ki bu yapının içine girmeyi es geçmiştik sevgiliyle ve sonraki seyahatte de zaman ayıramamıştık yine aynı nedenle, ama notlarımda fresk kaplı tavanı mutlaka görmem gerektiği var..

Santa Croce, şehrin bir diğer davetkar dini yapılarından. Merdivenlerini koşarak çıktığımı hatırlıyorum gördüğümde. Hatta önünde, akşam yapılacak olan Dante dinletisinin hazırlığı vardı o gün ve pek keyifli bir manzaraydı etrafta olup bitenleri o merdivenlerden izlemek.. Yine Duomo ile benzer mermerlerin kullanıldığı bir yapı Santo Croce ve Rönesans dahileri Galileo, Michelangelo ve yıllarca yasaklı kitaplar arasında kalan ama günümüzde hala bir başucu kaynağı olmayı sürdüren Prens kitabının yazarı Machiavelli'nin mezarlarına da ev sahipliği yapıyor..

Bu arada bir detay; Santa Croce'nin de bulunduğu Piazza di Santa Croce'de meydan isminin yazılı olduğu duvar üzerinde tarihi not bulunuyor. 1557 ve 1966 yıllarında yaşanan ve felaket olarak tanımlanan su taşkınları hakkında bir not bu ve ıskalanmamalı diye düşünüyorum.. Bu meydanda bir de Dante Alighieri Anıtı'na bir selam çakmalı... ;)

Basilica di San Lorenzoşehre Medici ailesi sayesinde kazandırılmış bir diğer tarihi yapı. Mimarisindeki farklılıkla şehirdeki diğer dini yapılardan ayrılan ve Duomo kadar olmasa da dev bir kubbeye sahip bir bazilika kendisi. Duvar ve tavanlarındaki fresk ve heykeller dışında, Medici ailesinin de büyük bir bölümünün mezarlarına ev sahipliği yapıyor bu tarihi yapı. O nedenle de içindeki şapele gidip kendi inandığımız kelimelerle kendilerine teşekkür etmek bence bir insanlık görevi kabul edilebilir..

Church of Santa Maria Novella; Floransa'da uluslararası bir havalimanı olmadığından şehrin en kalabalık ve biraz da karmaşık yeri sayılan tren istasyonunun hemen önünde bulunan kilise.. Dış cephe olarak Santa Croce ve Duomo tarzında yapılmış bir yapı olduğundan şaşkınlık yaşatmıyor görüldüğünde ama içi hakikaten bir harikadır. Özellikle şapel ve ayrıntılı freskleri mutlaka görmenizi isterim. Yanlış not almadıysam Botticelli imzası da var bu kilise içindeki duvar ve tavan boyamalarında...

Santa Maria del Carmina Kilisesi'ne zamanınız ya da isteğiniz öncelikli olur mu bilemem, ama kilisenin Rönesans'ın rerspektif yaratabilen ilk ressamlarından kabul edilen Masaccio'nun ellerinden çıkmış fresklerini ve fresklerdeki gerçekliği görmenizi tavsiye ederim..  

San Miniato al Monte; şehre uzak bir tepenin üzerinde bulunan ama bence fantastik de bir ön cepheye sahip bir kilise örneği kendisi. Açıkçası en çok ön cephesinin güzelliğini hatırlıyorum net olarak; zira dediğim gibi farklıydı, ama içine dair hiç fikrim yok hatırımda kalan...

Bu şehirde doyamadığım ne çok şey var aslında.. Köprüler ama özellikle de İkinci Dünya Savaşı'nda bile bombalanmaya kıyılamadığı söylenen Ponte Vecchio bunlardan biri (O denli vahşi bir insan türünün köprüyü bilinçli olarak koruduğuna inanmak da zor aslında). Bir bakıma pis -hatta yerli halkın fareli dediği- Arno Nehri'ne yansıyan köprü gölgesi hakikaten izlenmeye değer.. İçinden geçmek ayrı diğer köprülerden kendisine bakmak belki daha da ayrı bir zevk diye düşünüyorum..

Ponte Vecchio içinden yürürken, üç kemerli bir balkon karşılıyor sizi.. Eğer tam köprü yanındaki uzun koridor Corridoio Vasariano'dan yürürseniz, bu açıdan da çok güzel bir manzara görme şansınız oluyor.. Bu koridor biricik Cosimo'nun isteğiyle saraylar arasındaki bağlantıyı ve geçişi sağlamak için yapılmış. Böylece Medici ailesi bireyleri halkın arasına karışmadan günlük iş akışlarını daha hızlı bir şekilde yönetebilmişler.. 

Palazzo Vecchio ve hemen önünde duran can'ımız David için (saldırılar sonrası şu an bir replika olsa da "O" bir David)  şehrin simge yapısı denebilir. Bir dönem belediye binası görevi de görmüş olan kare şeklinde ve biraz da kale hissi uyandıran bir yapı kendisi. Üzerindeki ünlü kule Torre di Arnolfo ise zamanında zindan olarak kullanılıyormuş..

Müzeler listesi içinde "mutlaka" şeklinde değerlendirebileceğiniz Museo di Palazzo Vecchio şehirde sanat izini süreceklerin mutlaka notlarında olmalı. Her odası görülesi ve çözülememiş sırlarla dolu olan müzenin girişindeki Donatello replikaları (Marzocco ve Judith and Holofernes) da şehrin önemli ve es geçilmemeli tarihi eserlerinden kabul ediliyor.

Salone dei Cinquecento, Palazzo Vecchio içinde fresklerle kaplı dev bir salon. Bu salonda şehir konseyi toplanırmış 1400'lü yılların sonunda. Salonun bugün gördüğümüz muazzam freskleri dışında, hala gizemini koruyan ve dahası Leonardo tarafından yapıldığı iddia edilen bir kayıp freskinden de bahsediliyor. Varlığı kanıtlanamayan bu freske dair (şu anki fresklerin altında olduğu iddia ediliyor) bilinen tek şey; Leonardo'nun ardında bıraktığı taslaklar.. Salonun tavanı ise; Cosimo'nun hayatındaki önemli dönemleri resmediyor ve bir bakıma onun şehir için ne kadar önemli bir isim olduğunu da kanıtlıyor. Dahi Michelangelo'nun The Genius of Victory heykelini de salonda yakından görebiliyorsunuz. Muazzam!

Palazzo Vecchio'nun da bulunduğu Piazza della Signoria şehirde en çok yolunuzun düşeceği meydan olur muhtemelen. Meydanın bir yanında Neptün Çeşmesi, diğer yanında da geniş kemerleri ve içlerindeki heykelleriyle hemen ilginizi çekecek Loggia dei Lanzi bulunuyor.

Uffizi Palace and Gallery sanırım her Floransa seyahatinde ziyaret etmek isteyeceğim, sanatsever ruhuma iyi gelen şehir müzesi.. İçi, Rönesans koleksiyonlarını oluşturan sanatçıların muazzam eserleriyle dolu olan müze, yine canımız Medici ailesinin bir hatırası.. Çok görülesi, her bir parça önünde saatler harcanası bir sanat ortamı diyebilirim rahatlıkla (Botticelli'nin Primevera'sı ve Meryem'in taç giyme töreni, Michelangelo'nun Kutsal Aile tablosu, Tiziano'nun Venus of Urbino'su yanında; Kuzey Rönesans'ından, Rönesans'a bir tepki olarak doğan Maniyerizm'den ya da Barok dönemden de birçok örnek bulunuyor müzede). Müze pazartesi günleri hariç ziyaret edilebiliyor ve her ayın ilk pazar günü de girişler ücretsiz oluyor. Değerlendirilebilir bir avantaj bu elbette.

Tatlı Michelangelo'cuğumuzun David'ini yakınen inceleyebileceğimiz (elbette daha başka eserlerini de) Galleria dell'Accademia gibi enfes bir sanat müzesi daha bulunuyor şehirde. Belki fazlasıyla popüler ama sanatın, özellikle de bir Rönesans dönemi eserinin popüler olması onun değerinden ne eksiltebilir ki? Dünyanın en tanınmış heykelini görmeden dönülmemeli bu şehirden..

Palazzo Pitti, şehrin en büyük müzesi diyebilirim, o nedenle de bir tam günü bu müzeye ayırmanızı tavsiye ederim. Müze, muazzam Rönasans eserlerinin yer aldığı birçok farklı galeri odalarından oluşan hakikaten büyük ve yorucu bir kompleks.. Simetrik dış cephe binasının önündeki büyükçe zemine oturuverip dinlendiğimi, ama daha sonra elimde notlarımla yorgunluktan bitik bir şekilde duvarına yaslanıp şekerleme yaptığımı söyleyebilirim ziyaret sonrasında...

YEME - İÇME

Sanata dur dediğimiz noktada sanırım konuşmamız gereken şey belki moda, ama daha çok da lezzet oluyor Floransa'da. En azından bizim için öyle.. Tüm bu müzeler ve dini yapılar arasında dolanırken hızlıca ne yemeliyiz derseniz, Toskana sandvicine ne dersiniz? diye sorarlar size... Fratellini'de sandviç yemek şehrin "mutlaka" diye bahsedilebilecek adreslerinden biri. Tazecik ve kendi seçiminizle hazırlatabileceğiniz Toskana sandviçlerini, lokal bir kadeh şarap ile elinize alıp, sokaktaki kaldırımlara oturup keyifle yiyebiliyorsunuz. Yine bir başka enfes sandviç adresi de; Antica Porchetteria Granieri 1916 ve kesinlikle önündeki uzun kuyrukta beklemeye değer.. Pugi ise dilim pizza, minik sandviçler ya da pastane ürünleri için notlarınızda olabilir. 

Yine müzeler arası koştururken ara enerji durağı ararsanız şehrin ikonik kafesi Cafe Gilli'ye gitmeniz kaçınılmaz.. Çok turistik diyerek es geçilmemesi; Venedik'te Cafe Florian, Roma'da Cafe Greco her ne ise Floransa'da da Gilli o diyerek denenmesini kesinlikle öneriyorum. 1733 yılından beri şehrin -tarihi değil de turistik açıdan- en bilinen meydanı Piazza Della Repubblica'da bulunan Gilli'de hem Floransa'nın günlük hayat akışını izler hem de kahvenizin yanında lezzetli tatlılar denersiniz.. En az Gilli kadar sevilen Caffe Paszkowski de şehrin ikonik kahve-tatlı adreslerinden biri. Daha lokal, daha az popüler bir adres arıyorsanız Verrazzano da mutlaka notlarınızda olsun derim..

Güne keyifli başlamanın yolu kimine göre net olarak bir kahve, kimine göre iyi bir kahvaltı anlamına gelir.. Ditta Artigianale bu anlamda nefis bir kahvaltı adresi. Yumurtalı ekmekler, croque monsieur ve madame tabakları..

Eğer sanat için şehirdeyseniz, öğle yemeklerini hızlıca geçeceğiniz büyük bir gerçek, ama yorgunluk sonrası nitelikli bir akşam yemeği yemek isteyeceğiniz de bir diğer gerçek. Camillo enfes bir trattoria olarak notlarınızda mutlaka ama mutlaka olmalı. Şehrin "en iyisi" demek iddialı değil, aksine yerinde bir söylem olabilir bu restoran için. Osteria Bella Donne benim Floransa şehrindeki saklı gizli, ama merkeze de gayet yakın bir noktada bulunan ve hayatım boyunca hep büyük bir mutlulukla hatırlayacağım lezzet adreslerinden biri. Atmosferini de yemeklerini de seveceğinizi sanıyorum. La Giostra şehrin tarihi restoranları içinde ismi en bilinenlerden.. Karanlıklar içindeki romantik ambiyansı, geniş şarap kavı ve lezzetli yemekleriyle belki bir adres, ama iyi bir tavsiye kesinlikle.. Trattoria Fratelli Briganti hem aşırı lokal havası hem de iyi bir domates solu makarna deneyimi için notlarınıza eklenebilir. O’Munaciello şehirdeki ilk pizza restoranı. Bu bilginin doğruluğundan emin değilim, ama bu kadar iddiali bahsedildiğine göre doğrudur diye inanıyorum. Tarihi ve yüksek tavanlı ferah bir ortamda pizza deneyimi yaşamak, pofidik pofidik pizza kenarları yemek ve yalnızca domates soslu ve mozzerella peynirli bir pizzanın dahi enfes bir lezzet şöleni yaşatabileceğini deneyimlemeniz için bu adres notlarınızda olmalı... Lungarno 23, alternatif lezzet ihtiyacı duyanların ya da hamburger sevenlerin notlarında mutlaka olsun. Hem keyifli bir bar kendisi hem de hamburgerleri pek leziz.

Eğer kalabalık bir ekipseniz ve şehrin dışına çıkacak vaktiniz varsa, La Cantinetta Di Passignano kesinlikle çok çok iyi restoran tavsiyesi.. Upuzun bir masada, İtalyanlar gibi bol şarap, bol şarküteri, makarnalar, Floransa’nın enfes steak denemeleriyle geçecek muazzam bir gece yaşayabilirsiniz bu restoranda..

Golden View Bar bizim Ponte Vecchio körüsünü seyrettiğimiz ve o anlarda keyifli aperitivolar aldığımız bir adresti, ancak mekanın kalıcı olarak kapatıldığını öğrendim, üzüldüm. Ondan başka da köprü manzaralı bar deneyimimiz olmamıştı bizim, zira köprüyü en çok elimizde içeceklerimizle diğer köprüler üzerine oturarak izlemeyi sevmiştik.. Hala da en güzel şehir aktivitelerinden biri olarak kabul ediyorum kendisini.. Aslında nefis bir restoran olarak da kabul edilmesi gereken, ama restorandan ziyade barına aşık olduğum tatlı Harry's Bar şehirdeki bar favorim oluyor. Bu tipik İtalyan barında yer bulabilirseniz, mutlaka ama mutlaka oturun diyeceğim... Manzarasız belki, ama aşırı keyifli bir bar benim için..

Keyifli bir bar ve kokteyl adresi için pek çok alternatif bulabilirsiniz şehirde mutlaka. Bense size ilettiğim iki adres dışında bir de ne içebiliriz notu eklemek istiyorum; Crema di Melone. Cardinal Melon seviyorsanız eğer, onun o yumuşak ve aromalı lezzetine benzer bir tat kendisi.

Dondurma bu şehirde de tüm diğer İtalya şehirleri gibi vazgeçilmez bir lezzet. Fiorentina Steak şehrin ulusal yemeği kabul edilirse, dondurması da ulusal tatlısı kabul edilebilir.. En son seyahatte deneyimlediğimiz La Strega Nocciola hakikaten tavsiye edilesi bir artizan dondurma dükkani. Favorilerim de kırmızı greyfurt ve bitter çikolata!

Benim de bu şehre dair bir sonraki seyahatte yapacaklarımın bir listesi var elbette elimin altında... Palazzo Pitti'ye bağlı Boboli Bahçeleri'ni mutlaka gezmek istiyorum mesela. San Miniato al Monte Kilisesi'ne yeniden gitmek ve iç fresklerini mutlaka incelemek istiyorum. Floransa’nın pek zarif bulunan müzesi Bargello'ya açıkçası hiç vakit ayırmadık seyahatlerimizde. Hele son seyahatte sanatın kıyısından bile geçmeden gönlümce yalnızca sokaklarda salınıp, yemek derdine düşmüğümüzü itiraf edebilirim. O nedenle bu müzeye bir sonraki mutlaka uğrayacağim. Bu vesile ile hem yapıdaki Orta Çağ izlerini takip edeceğim hem de Donatello'nun enfes heykeli bronz David'e ayıracak yeterli vaktim olacak. 

Via Tornabuoni ve ona paralel tüm sokakları mutlaka gezerim, eminim. Mağaza vitrinlerine zaman ayırır, Max Mara'nın mağazasına girip üst katının tavanlarına mutlaka yeniden bir merhaba derim. Ferragamo mağazasında sergilenen ve 1938 yılında "somewhere over the rainbow" ile çok kişiyi kendine hayran bırakan Judy Garland için hazırlanmış özel ayakkabıya da hala orada duruyorsa bir kez daha bakmak hoş olabilir... Lezzet konusunda ise öyle çok ve çeşitli notlarım var ki; mutlaka yeni birkaç deneme yaparken, en sevdiklerime de yeniden uğrarım..

Bu arada filmlerin izinde gezmeye bayıldığımı beni tanıyanlar artık çok iyi biliyor, ama bu şehre dair ezberime aldığım film yok ne yazik ki. Yalnızca bildiğim bir film detayı var. Ridley Scott'un Hannibal filmine ilham veren seri cinayet hikayesi bu şehirde işlenen cinayetlerden ilham alınarak kaleme alınmış. Çok da hoş bir bilgi sayılmaz... Bunun dışında zaten filmde de birçok önemli tarihi yapının içini, dışını görebilmiştik. Filmden de bir mekan tavsiyesi yapayım yeri gelmişken; Caffe Rivoire. (Adres: Piazza della Signoria 5)

Floransa, Alpcan'ın oda dekorasyonu ve kıyafet alışverişlerini tamamladığımız şehir olarak da anlamlı bizim için. O yüzden ona aldığımız ilk pabuçları da ekliyorum görsellere. Mis kokulu pembe ayaklarına çok yakışmıstı, hala da saklıyorum kendilerini..

lulu
x

2019, NOT: Florsansa gibi şehirler bir kez değil, birçok kez seyahat edilmeye değer olduğundan her seyahat sonrası ufak ufak notlar ve deneyimler ekliyorum. Bu sayede şehrin tavsiyelerini de çok daha canlı tutabilirim diye düşünüyorum.

Bu posttan yararlananlar için bonus Post: Kısa Kısa Floransa... 

16 Ocak 2012 Pazartesi

LUZERN - Audrey Hepburn İzinde..


Donald Spoto'nun "Zarafet, Audrey Hepburn'un Hayatı" kitabını okuyorum bir süredir. Nefis bir biyografi örneği diye düşünürken, her cümlenin de keyfine varmak için sakince bir okuma oluyor benim için...

Okuma sırasında Hepburn'un ilk evliliğini 50'li yılların önemli yapımcılarından Mel Ferrer ile herkesten kaçarak gizlice Luzern'de yaptığını öğrenince, aklım hemen 2009 yılı Eylül ayına doğru kaydı ve o doyumsuz İsviçre seyahatinde uçaktan iner inmez koştuğumuz Luzern günlerimize ışınlandım.. Aslında bu kitap sonrası Luzern'de olsak; Hepburn'un izlerini takip eder, nikahının kıyıldığı belediye binasının önünde durduğumuzda onun için bir hatıra fotoğrafı da çekinir ve belki de kitabın o satırlarını yeniden okurdum.. Hatta, kendimi iyi tanıyorsam; kilise merdivenlerinden tüm zerafatiyle inerken fotoğraflanmış Audrey'in başına taktığı o şirin çiçeklerin bir benzerini saçıma iliştirebilirdim.. Belki onun kadar güzel gülümseyemem, ama sevdiğim adama ışıl ışıl bakabilirdim ben de.. Ama en çok; onu anlamaya çalışırdım diye düşünüyorum. Aşkı ve sadakati ararken yaptığı yanlışları, çektiği acıları, kararlarının ağırlığında ezildiğini hissettiği anları, ama her şeye rağmen sahip olduğu çoçuklarına karşı duyduğu minneti.... 

Böyle anları kaçırdığımda galiba bir parça hüzünleniyorum ben... O seyahat olur da yeniden gerçekleşirse ve şehre yeniden yolum duşerse, yürüyüşlerimde Audrey izleri de olacak, buna hiç şüphem yok. Hem insanı yükselten bir dağ ve göl manzarasına bakarken, adeta bir ressamın elinde özenle boyanmış hissi veren bir şehirde birkaç doyulmaz nefes olsa fena mı olur?

Şehre dair diğer notlarımı da geçmiş tecrübelerime dayanarak hemen ekleyelim bu yazıya..

The Chapel Bridge -ki kendisi 1333 yılında tamamen ağaç kullanılarak yapılmış 204 mt.lik bir köprü ve diagonal biçimde Luzern sehrinin iki yakasını birbirine bağlıyor. Ayrıca da köprünün sonunda 43 mt.lik yüksek bir kule var yani Water Tower ve o da asla es geçilmemesi gereken bir güzellik- üzerinde sakin ve keyifle yürümenizi öneririm.

Reuss Nehri'ni seyre dalın, Musegg Mauer'in kulelerinden şehre mutlaka bakış atın, Michael Jackson'a ait olduğu varsayılan evi de kaçırmayn derim..

Old Town yani eski şehrin sokaklarında mutlaka dolanacaksınızdır. O yürüyüşte, arnavut kaldırımlarıyla birbirine bağlanan sokakları ve İsviçre mimarisinin güzel evlerini gözlemleyip, göl kenarındaki mahallelere de göz atarsınız mutlaka.. Ayaklarınız yorulduğunda da göl kenarında bir kafeye ilişir dinlenebilirsiniz.

Sanat severlere Siegfried Rosengart'ın şehre kazandırdığı ve sonraları da bilge kızı Angela'nın üzerine daha da fazla anlam katarak yoluna devam ettirdiği müzeyi görmelerini öneririm. Chagall, Monet, Matissse gibi modern resim tarihinin örneklerine göz atmak hoşunuza gidecektir. Wagner'in sanırım bir 6 yılını geçirdiği evini ve piyanosunu da Tribschen semtine uğrayıp görmenizi tavsiye ederim. (Tam adı; Richard Wagner Museum)

The Lion Monument şehrin önemli tarihi değerlerinden biri. Eski bir kumtaşı ocağına oyulmuş bir aslan kabartması kendisi. Daha doğrusu bir anıt ve şehirde çok önemseniyor; zira aslan, Fransız Devrimi sırasında Tuileries Sarayı'ndaki Louis XVI'yı korumaya çalışırken öldürülen İsviçreli muhafızlerı temsilen yapılmış.

Daha önce bir post hazırladığım Glacier Garden'ı The Lion Monument'a uğramışken ve kendisine pek yaklaşmışken ziyaret etmenizi kesinlikle tavsiye ederim. Biz de bu serüveni Alpcan ile de yaşamayı çok hayal ediyoruz.
Buradan posta ulaşabilirsiniz; Buyrunuz

Hofkirche Lepdegar Kilisesi'ni çok sevdiğimizi hatırlıyorum. Ortaçağ öğeleri yanında, yeniden restore edildiği dönem nedeniyle Rönesans etkileri de okunabiliyordu mimarisinde.. Ziyaretçi defterine de bir not iliştirmiştik sevgiliyle.. Gölün hemen kıyısındaki Jesuit Church'ı da es geçmemenizi tavsiye edebilirim. Göz alıcı bir Barok tarzına sahip bu kilise. İçinde bir keşişe ait olduğu söylenen kıyafetler var ama inanın şu an o keşişe dair bir bilgi kalmamış aklımda..

Mount Pilatus manzara anlamında Luzern'in en popüler noktası diyebiliriz. Muazzam bir Alp ve göl manzarasına sahip bu tepe. Turistik ama mutlaka yapılmalı diye düşünüyorum. 

Gölde yapılacak bir tekne turu ise, ister münferit ister toplu olsun ruhunuza ve görsel hafızanıza harika kareler ekler, eminim... 

Kitap okumak işte böyle bir şey.. Beni aldı ve ne güzel anlara ışınladı bir anda ve bir post yapma isteği uyandırdı..
Size de keyif versin bu şehir dilerim.

lulu
x