Öne Çıkan Yayın

PUGLIA - Itria Vadisi

30 Aralık 2011 Cuma

VENEDIK


Aylardan Eylül, yıllardan 2010'du. Alpcan için son hazırlıklarımız tamamlansın niyetiyle İtalya'da sevdiğimiz ana şehirleri yeniden ziyaret etmek için uzunca bir seyahate çıktık sevgiliyle.. Bir bakıma Alpcan öncesi son romantik tatilimiz de olacağından, bu tura mutlaka Venedik şehri de eklenmeli diye düşünmüştük; zira onsuz romantik bir İtalya düşünmek hakikaten mümkün gelmiyordu bize.. İyi ki de öyle yapmışız. Hava çok tadında, keyfimiz çok yerindeydi Venedik'te.. Hamileliğimin ağırlaşmaya başlayan zamanları olmasına rağmen çok kilo almamış olmamın etkisiyle bebeğimi yormadan ve beden olarak da yorulmadan şehri doyasıya yaşayabilmiştik; ki bilirsiniz Venedik demek yürümek demektir....

Venedik; 118 adacık üzerine kurulmuş, neredeyse 400 ayrı köprü ile birbirine bağlanmış, her haliyle ve her tavrıyla bir yandan romantizm diğer yandan da sanat kokan bir şehir. Sanki suların üzerinde atlaya zıplaya bir görünüp bir kaybolan tatlı yunuslar gibi devam ediyor yaşamına. İnsanı sevdiği kişiye, her nesneye her lezzete de bir başka duyguyla bağlıyor diye inanıyorum açıkçası. Ya da en azından ben sakince ve saatlerce yürürken inandım bu duyguya iyice.. Sahi, biz niçin bu şehirde evlenmedik ki sevgili?

Aşkı ve Venedik şehrini böyle sınırlandırmak bir yandan da rahatsız etsin istemem kimseleri.. Evet, belki sevgili ile el ele gezmek için mükemmel bir şehirdir Venedik, ama yalnız da deneyimlenesi bir melankolisi yok mu sizce de? Elinizde Venedik'ten bahseden kitaplar, aklınız tertemiz ve şükür dolusunuz her adımınızda.. Böyle bir seyahat çok cazip ve dolu dolu geçer bana kalırsa.. Çünkü bir yanım bu şehirde tutkulu bir yalnızlık yaşanacağına da sonsuz inanıyor diyebilirim.. Zaruri olarak yalnız bırakılmış yalnızlıktan bahsetmiyorum kesinlikle.. Seçilmiş, istenmiş ve yaşanmak istenen yalnızlık benim bahsetmek istediğim.. Kalbi kırık aşıkların yalnızlığı da değil kesinlikle; yalnızlıktan sonsuz bir keyif alanların yalnızlığı...

Sevgiliyle birkaç içi dolu gün geçirmiştik Venedik şehrinde.. Öyle çok özlemiştik ki kendisini, şu an pek kısa gibi görünen süre yetmişti ikimize de.. Turistik olmasına asla aldırmadığımız romantik gondol gezimizi yapmış, şehrin çok kalabalık olmamasını da fırsat bilerek sevdiğimiz tarihi eserlere ve müzelere de yeniden vakit ayırmıştık. Yalnızca The Lagoon Island olarak anılan dış adalara geçmeyi istememiştik, zira odak noktamızın dağılmasına hiç ihtiyacımız yoktu..

Venedik'te gondol kullanımı özel ehliyet ve eğitim ile mümkün oluyormuş. Bu detayı bu seyahatte öğrendik, hoşumuza gitti. 15.yy Fransız yazarlarından Philippe de Commine'nin Grand Canale yani Büyük Kanal için "Dünyanın en güzel caddesi" dediğini hatırlamıştım gondoldayken.. Bunu sevgiliye de söyledim, hayran hayran kanala bakıyorken.. Gülümsedi. Çok güzel bir andı... Woody Allen'ın şehri romantik bulduğundan bahsettik sonra... Gerçi daha çok şehir boşken bu fikre kapıldığını söylemişti bir röportajında ama yine de haklı olmadığını da kimse söyleyemezdi. Kaptanımız, "bunu en iyi ben anlayabilirim" diyerek kahkaha patlatmıştı.

Bir öğleden sonra sevdiğimiz Büyük Kanal'a bir de çok sevdiğimiz (özellikle de taş kemerlerine hayran olduğumuz) Rialto Köprüsü üzerinden uzun uzun baktık sevgiliyle. Sanırım kanalın en güzel seyir noktası bu köprüdür diye düşünüyorum. Orada ve öylece, belki de bir saati bulan bir romantizm yaşadık manzaraya karşı. Doyulmazdı... Seyir halinde olan vaporettoları takip etmek, ışık oyunlarına odaklanmak, şehrin bitmek bilmez enerjisine karşılık sakince orada ve öylede durabilmek... Nefisti!

Rialto demişken; kentin iki yakasını birleştiren üç köprüden en bilineni Rialto Köprüsü. O köprü üzerinde manzaraya doymak ve sonrasında şehrin batı yakasına doğru adımlarımızı yönlendirmek ve arka sokaklarda yeni keşifler peşine düşmek hakikaten çok keyifli bir şehir aktivitesi benim için.. Salına salına dolanırken evimizin bir duvarı için maske seçmek de çok keyikfli bir andı bizim için. (Bu konuda dikkat edilmesi gereken en önemli şey; turistik dükkanlar yerine tutkuyla yapılmaya devam eden ve sanat olduğu konusunda bir şüphemizin olmadığı el yapımı maske dükkanlarının tercih edilmesi..)

Adımlarımız elbette bayıldığımız Libreria Acqua Alta'nın kitap kokularına doğru da yönlendirdi bizi.. Rutubet kokularına karışmış kitap kokusunu içimize çekip, üst üste düzenli düzensiz dizilmiş binlerce kitap arasında dolandık sevgiliyle.. Bence bu bile aşırı romantik bir andı..

Kanallara bakan nefis cepheli evleri izledik sakince yürürken. Camları açık evlerin içlerine odaklanıp görkemli mobilyalarına göz gezdirdik çaktırmadan, zeytin ağaçlı balkonlara hayran olduk hafif bir kıskançlıkla.. Şehrin Noel zamanlarını düşündük, "burada bir noel vakti ne denli enteresan olur kim bilir, hele de sular yükselmişse..." dedik birbirimize. Yanımızdan geçen gondollardaki insanları izledik, odaklandıkları noktalara biz de odaklanıverdik.. Çok güzeldi anlardı hepsi de..

San Marco meydanındaki San Marco Bazilikası sanırım şehirde görsel olarak beni en çok heyecanlandıran yapılardan biri. Özellikle Bizans kubbelerinin detayları, geniş mozaikleri, terasında bulunan ve "Mahşerin dört atlısı" olarak anılan bronz at heykelleri (replika kendileri ama gerçekleri de bazilikanın içinde.), beni yeniden ilk kez görüyormuşcasına etkiledi diyebilirim.

Bir Rönesans aşığı olarak söyleyebilirim ki; müze olarak şehirde sayısız seçeneğiniz var. Venedik Rönesans’ını takip etmek için Titian, Veronese ya da ıskalanmış bir deha olduğuna inandığım Gentile Bellini izinden yürüyebilirsiniz mesela (Gerçi kendisini Fatih Sultan Mehmet kesinlikle ıskalamamış ve bu durum benim pek hoşuma gidiyor).

Modern sanat arayışında olanlar için; Peggy Guggenheim koleksiyonu da kesinlikle şehrin kaçırılmaz sanat aktivitelerinden biri, ama biz bu şehirde modern zamanlarla pek de ilgileniyoruz da diyemem. Bu şehirde her zaman Rönesans ressamlarına zaman ayırmak ve onlara yakın durmak bizim için da cazip geliyor.. Bazıları galerilerde, bazılarıysa kiliselerde sayısız eser gördük Venedik Rönesansı'na ait.. Benim favorilerim; La Querini Stampalia'da bulunan Bellini'nin The Presentation of Jesus at the Temple'ı. Veronese'nin Accademia'da ve asılı olduğu tüm duvarı adeta kaplayan The Marriage at Cana'sı.

1720 yılından beri San Marco Meydanı'nda hizmet veren ikonik Cafe Florian'da elbette soluklandık. Çevreyi, sanatı ve insan manzaralarını seyre daldık orada otururken... Karnımı sevip, Alpcan'a da biraz bahsettik oralardan.. Suların yükseldiği anları da görmek istediğimizden ve bunun belki de beraber olabileceğinden de söz ettik miniğe.. Kulağımızda nefis bir klasik müzik ezgisi eşliğinde yaptık bunları, pek mutluyduk... 

Barda ve ayakta! (bu kez hamilelik nedeniyle oturmak daha cazip olsa da) kahveleri nerede içtiniz derseniz Rizzardini diyebilirim sevgili tavsiyesiyle. Kendi halinde, ufakcık ve sevgiliye göre fazlasıyla iyi bir kahve dükkanı burası. Hem de 1742'den beri hizmette.. Venedik lokallerini gözlemlemek için de nefis bir nokta diyebilirim.

Yemek yemek bizim seyahatlerimizin neredeyse en önemli anları.. Hamile bir kadın olarak bu aktiviteyi daha da yukarı bir heyecan seviyesine çıkarttım diyebilirim Venedik seyahatinde. Her ne kadar ana tema daima deniz ürünleri olsa da; ciğer sever Bey Fegato Alla Veneziana yemeden bu şehirden dönemezdi, dönmedi de... Tereyağında maydanoz, sirke ve limon ile hazırlanan ve ince doğranmış soğan ile servis edilen bu enfes tabak onu çok mutlu etti. Ben de Nero di Seppie yani mürekkep balığı ve mürekkepli makarna denedim ilk kez. Yemesi eğlenceliydi ve komikti o kesin, ama tadı da kusursuzdu. Osteria Santa Giustina bu noktada not edilesi bir restoran diyebilirim.

Sarde in Sour sevgili için bir başka şiir denemesiydi. İsmi üzerinde bir sardalye yemeği kendisi. Bolca kramelize soğan,kuru üzüm ve çam fıstığı ile pişirilmişti bayıldık ikimiz de. Garsonumuzun tavsiyesiyle sevgili bu yemeği bir kadeh prosecco eşliğinde afiyetle tüketti. Benim Baccala yani morina balıklı yemeğim de aşırı iyiydi. Bu lezzetler için eski ve lokal mekanlar olarak şu restoranlar notlarınızda olabilir; L'Alcova Restaurant, Osteria alle Testiere, Trattoria Alla Rampa, Al Bottegon, Trattoria Dalla Marisa.

Yürürken midemiz kıyıldığında Tramezzino diye bahsedilen atıştırmalık sandviçlerini de pas geçmedik; zira sevgili bu tip beslenmelerin aşığı... İçine prosciutto, enginar, mozzarella ve domates ekletip hazırlattık kendisini, tam bir yürüyüş kıyağı oldu midemize. (Pasticceria Bar Puppa tramezzino için iyi bir öneri.)

Aperitivo vaktimizi genelde yengeç kıskacı ve şarap eşliğinde yaşadık diyebilirim. Doktorum izin verdiği için yarım kadehlik beyaz şarap şansımı bu seyahatte bu ikili için kullandığımı da itiraf edebilirim. Venedik'te bu vakit daha çok Cicchetti olarak geçer aslında, zira cicchetti minik tapas tarzı atıştırmalıklara denir ve aperitivo vakti bol bol tüketilir. Daha da doğrusunu söylemek gerekirse Venedik'te saat gözetmeden her sosyal buluşma cicchetti ile taçlanıyor bile diyebilirim. Cicchetti için Osteria Alla Bifora, Il Rusteghi ve farklı bir deneyim için de Musevi Mahallesi'nde bulunan Al Timon'u tavsiye edebilirim.

Aperitivo için en bilinen tavsiye, 1930'lardan günümüze gelmiş ve Bellini kokteylleriyle ikonik bir isim olmuş Harry's Bar. Burası özellikle ilk seyahatlerde kesinlikle atlanmaması gereken mekanlardan biri olarak kabul ediliyor. Günün herhangi bir saatinde uğrayabileceğiniz, ama en çok aperitivo vakti seveceğinize inandığım bir güzel kendisi. 

Manzaralı bir aperitivo ise bu şehrin olmazsa olmazı diyebiliriz.. Kanala karşı bir kadeh kaldırmak ve o sevinci yalnızca kanal ile paylaşmak bence daima iyi bir fikir. Küçük bir kaçamak için bütçemi geniş tutabilirim derseniz; Belmond Hotel Cipriani'nin konumu bu keyif için mükemmel diyebilirim. Hotel Danieli de aynı şekilde tavsiye edilesi güzel bir terasa sahip..

lulu
x








19 Aralık 2011 Pazartesi

DUBROVNIK Anıları...

Avrupa'da xmas, bizde ise yeni yıl vakti yaklaştıkça caddeler süslenmeye ve dükkanlar ışıklandırılmaya yani bir bakıma sokaklar şenlenmeye başlıyor. Bu süslemeler bizim ülkemizde Nisantaşi dışında çok da göze hitap ediyor olmasa da, Avrupa'da bu günleri yaşamak hakikaten doyumsuz oluyor, buna hiç süphe yok. 

Dubrovnik şehri sakin sakin yeni yıla hazırlanırken, Stradun'daki dev ağaç süsleme rituelini izlemek adına bir köşede sevimli bir kafeye ilişmiştik sevgiliyle. Yıl 2008'di. Elimizde kadehlerimizle tasasız, telaşsız ve çok mutluyduk. O kocaman ağacın süslenmesini ve çalışanların aralarındaki zerre anlamadığımız dillerine rağmen şakalaşmalarını pek sevmiş, ilgiyle takip etmiştik. Konakladığımız Lapad bölgesinin girişine konan çam ağacını görünce de otelimize yaklaştık diye seviniyorduk; zira yürümekten yorgun düşmüş ayaklarımız yatağı hayal ediyor oluyordu ve o ağaç sanki yatağa 5 kaldı diye fisildiyordu bize..

Çeşmeleri bol Dubrovnik'te, elbette çeşmeler de süslenmişti yeni yıl için. Her gördüğümüzde ellerimizi ıslatmadan buz gibi suyundan içmeye çalışmak komik bir anıdır hala hatırımda..

Şehre ait en unutamadığım an ise; eski şehre Pile kapısından girdiğimiz o son gece, Stradun Caddesi'nin neredeyse bomboş halinde öylesine durmam ve büyülendiğimi hissettiğin o saniyelik an diyebilirim. Meditasyon hayatım neredeyse yeni başlamış ve içimdeki duyguların yeni yeni keyfine varan ya da kendilerini yeni yeni tanımaya çalışan biri olmaya alışırken o anlık his beni muazzam yerlere ışınlamıştı.. Sevgiliye "öyle mutluyum ki; , yere oturmak ve bu anda biraz kalmak istiyorum" dediğimi hatırlıyorum. Bunu aşırı soğuk yüzünden yapamamıştım elbette ama istemiştim... Sanki hafızamın içinde biri, bir noktaya aniden dokunmuş gibiydi, nefisti.. Ayrıca en sevdiğimin yanında, mutlu ve huzurluydum.. Sanki hayatın ne denli güzel olduğunu ilk kez bu kadar yoğun hissediyor ve üzerine düşünüyordum....

Öyle.

Proto'da yenen muhteşem akşam yemeği..
Adress: Siroka no. 1 - Dubrovnik

The Pucic Plus'ın Royal Cafe'sinde güneşli bir öğleden sonra aperitivosu..
AdresUl. od Puca 1 - Dubrovnik

Yine güneşli bir öğle vakti, yakın kasabalardan pastoral güzel Cavtat'ın sahilinde yapılan nefis bir yürüyüş ve sahil sonunda duran o tatlı ve minik kilisenin ziyareti...

Kale surlarında esen keskin rüzgara kendini teslim ediş...

Bir de yazın gelip bahçesinde bu deneyimi yaşayalım dediğimiz Bokar Kalesi manzaralı restoran Nautika...

Anıları ve anlar yani..
Hani içimizi ısıtan ve yaşadığımızı iliklerimize dek hissettiren anılar..!

lulu
x




12 Aralık 2011 Pazartesi

The Versatile Blogger



Cupcake Hayatlar beni çok yönlü bir blogger olarak mimlemiş. Pek tatlı.
 Ne diyeyim; dünyanın en leziz, en renkli cupcakeleri onun olsun...

Gelelim benim hakkımdaki en net 7 sıralamasına;

1. Seyahat etmek benim için bir yaşam şekli. Gezerken farklı kültürler eşliğinde gelişmeyi çok seviyorum. Gezerken okumaya, bilgilerimi daima görsel olarak da beslemeye bayılıyorum. Lezzet keşifleri ve sanat da seyahatlerimizin en birincil nedenleri diyebilirim.

2. Meditasyon hayatımın vazgeçilmez bir parçsı. 2002 yılından bu yana...
 Kendi merkezimde ve dengede olduğumu kendime hatırlatmadan yeni güne başlamamaya çabalıyorum.

3. Evde kocaman sofralar hazırlamaya bayılırım! (servis kısmında çok yetersizim; zira hizmet etmek aklıma gelmiyor valla sofraya oturduktan sonra ama enfes sofralar hazırlama konusunda iddialıyım) Özellikle seyahat donüşlerimiz bir şölene dönüşür bu anlamda. Yerel ürünlerden yapılmış alış-verişler mutlaka dostlarla paylaşılır..

4. Kitap okumadığım gün sanırım ki yoktur. Hayatımın tek sığnağı okuduğum kitaplar kabul ederim. Bu anlamda üye olduğum goodreads 'i tüm kitap kurtlarına tavsiye edebilirim. Okumalarınızı bu sayede çeşitlendirebilir ve de daha iyi tercihler yapmak adına bu platformdan yararlanabilirsiniz.

5. Filmler, müzikler, filmler, müzikler.. Onlarsız bu safsatalarla dolu dünyaya nasıl karşı dururdum bilemiyorum. Bol bol film, daima müzik!

6. Yeni insanlar tanımayı çok seviyorum.. Yani hakikaten tanımak, nitelikli muhabbetlerin içinde olmak ve bambaşka bakış açılarını gözlemlemek.. 

7. Hayatımdan uzak tuttuğum ya da zaman içinde daha iyi tanıyarak arama duvarlar ördüğüm insanlar çok oluyor. Öz eleştiri olarak; bu konuda zaman zaman çok katı olduğumu söyleyebilirim. Siyah ve beyazlar dışında bazen grilerin de varlığını kabul etmem gerekiyor. Uzun zamandır daha yumuşak geçişler yapabilmek icin meditasyonla bu konu üzerine çalışıyorum. Olacak umarım. Çesitliliğe elbette her daim açığım ve gelişmek için kendisine çok fazla ihtiyacım olduğunun farkındayım, lakin yine de dedikodu ile beslenen, kendi hayatından çok karşısındaki insanların hayatını sorgulayanlara tahammülüm yok. İyi ve kötü hepimizin içinde varolan duygular bunlar ve bir şekilde dengelenmeleri şart diye düşünüyorum. 


sevgiler
lulu
x