Öne Çıkan Yayın

PUGLIA - Itria Vadisi

4 Aralık 2014 Perşembe

SİCİLYA - Taormina

Selam.

Sicilya postlarına adaya genel bir bakış atarak ve seyahat planlarımızın kısa kısa detaylarını paylaşarak başlamıştım.. Şimdi ise adayı ziyaret eden herkesin hayran kalacağını düşündüğüm küçük ama dopdolu bir yaşama sahip kasabası Taormina
tecrübelerimizle devam etmek istiyorum.. 

 
KONAKLAMA:

Aslında bakarsanız Katanya şehrinde her bütçeye uygun otel alternatifi bulmak mümkün, hatta zincir otellerin birçok şubesinde oldukça uygun teklifler yakalanabiliyor, ancak bizim yaz tatili anlayışımızda denize yakın, şehre uzak olmak kesinlikle ana bakış açımız.. O nedenle de üzerine fazlaca düşünmeden, konaklama kararımızı, gezi planlarımızı da göz önünde tutarak güzeller güzeli Taormina'dan yana kullandık diyebilirim...

Taormina, Messina kıyı şeridinde ve Katanya şehrinden yaklaşık 45 dakika uzaklıkta bulunuyor. Adaya gelen tüm ziyaretçiler için nefis bir turistik gezi noktası olması yanında, Taormina'da kalıp adanın 250/300 km.lik yakın çevresini gezebilmek için de oldukça ideal bir konumu var diyebilirim. Ayrıca bulunduğu bölgenin en güzel denizi ve en populer plajları da kesinlikle Taormina yakınında bulunuyor ve bu da deniz odaklı tatillerde konaklama açısından tercih edilesi bir detay oluyor.. Zaten bu nedenle de Taormina'nın ada turizmi için bir başkent kabul edildiğini söylüyorlar.. 

Kasabada konaklayan turistlerin genel olarak adanın diğer bölgelerine göre farkedilir derecede üst seviyede kaldığını da söylemeliyim, zira oldukça prestijli otellerine sahip bir yer Taormina ve Sicilya fiyat ortalamasının üzerinde kalan restoranlara sahip.. Bu bilgi sizi kesinlikle korkutmasın. Elbette kasabada her bütçeye uygun alternatifler bulmak da mümkün oluyor..

Alpcan ailemize katıldığından bu yana, uzun soluklu tatillerimizi mutlaka AirBNB'den ev kiralayarak şekillendirmeye çalıştığımız için Sicilya tatilinde de Taormina'nın tam kalbinde, gerçekten çok sevilesi, önünde oturup aperitivo keyfi yapabileceğimiz bir taşı da bulunan, araba geçmez şipşirin bir sokakta yeşil panjurlu bir ev kiraladık... Evimiz hem merkezde hem de merkezin hareketli yaşamından ince ama keskin bir çizgiyle ayrılmışcasına dingin bir sokakta ve minik bir portakal bahçesinin yanında bulunuyordu..

"Neden ev?" derseniz.. Ev kiraladığımızda ziyaret ettiğimiz şehrin lokal yaşamına tam istediğimiz şekilde karışıp, bölgenin yerlisi gibi hissetme oyununu çok severek oynuyoruz.. Bir tür evcilik gibi.. Yaşadığımız şehrin tam aksine, sabah uyanıp komsularımıza "günaydın" diyebilmenin sevinci bile bu kararı vermemizde etkili diyebilirim.. Sanırım ben Avrupa'yı ve daha çok da Yunanistan ve İtalya'yı bu zarif komşuluk anlayışları yüzünden bir başka seviyorum.. Ayrıca da bir evimizin olması Alpcan'ın beslenme düzeni açısından da daha doğru bir karar oluyor; zira sabah uyandığımızda fırından ekmeğimizi, lokal dükkanlardan kahvaltılıklarımızı ve taze meyvemizi almak Alpcan'ın ihtiyaci olan çeşitte bir kahvaltı sofrasını kolaylıkla  hazırlamızı sağlıyor.. Bu da benim annelik anlayışıma çok daha uygun duruyor.. 


KASABA HAKKINDA...

Taormina gerçekten de masallardan çıkmış mistik bir kasaba.. Dik bir yamaçta konumlanmış olması ve Etna'nın muhteşem görüntüsüyle taçlanması da bu güzelliği pekiştiren en önemli etkenler diyebilirim.. Elbette bu görsel güzellikte Akdeniz'in derin ve huzurlu maviliğinin etkisi de görmezden gelinemez.. Kasabanın teraslı meydanlarından bu engin maviliğe dalıp gittiğinizde ne demek istediğimi çok iyi anlayacağınıza eminim..

Kasaba, giriş ve çıkışında bulunan Porta Messina ve Porta Catania kemerleriyle birbirine bağlanan dar ve uzun cadde Via Umberto ile tanımlanacak kadar küçük denebilir. Bu cadde Taormina yaşamının tam olarak merkezi oluyor... Üzerinde birbirinden keyifli butik, pastane, restoran, bar, hediyelik eşya ve şarap dükkanları yanında birbirinden şirin çiçekli balkonlara ev sahipliği yapıyor. Bu dar ve uzun caddenin ondan daha dar olan ara sokaklarıysa kesinlikle dalıp dalıp çıkmalık ve keşifler yapmalık...

 

Genel olarak kasabanın girişi, zamanında Arapların inşa ettiği ve kentin kuzey girişi kabul edilen Porta Messina'dan yapılıyor. Caddenin sonunda ulaşılan Porta Catania kemerini aştığınızda ise bir meydana ulaşıyorsunuz ve Etna size tüm kudretiyle gülümseyiveriyor.. Bana kalırsa kasabanın asıl büyüsüne de tam o anda kapılmış oluyorsunuz... Hatırlıyorum; "Goethe ve Steinbeck yanılıyor olamazlar" diye sevgiliye fısıldamıştım o enfes tabloya bakarken... Üzerine sevgili de Woody Allen'ın kasabaya hayran olduğunu söyleyince, bir sonraki sinema filminin "Midnight in Taormina" olmasını hayal ettirmişti bana.. 





TAORMINA PLAJLARI:

Mazzaro Taormina kasabasının en güzel ve "en" plaj keyfi yapılabilir sahili... Lido La Pigna ise plajdaki işletmeler arasından restoranı ile bir adım öne çıkanı diyebilirim.. Mazzaro'ya ulaşmak Taormina'nın tepelik konumundan dolayı ya virajlı bir yolu aracınızla inmenizi gerektiriyor ya da Porta Messina kapısından çıkıp, devam eden yolun hemen solunda kalan teleferikle kısa bir seyahat yapmanızı... Teleferik sonrası yolun karşısındaki alt geçitten geçip, bir parça da merdiven kullanırsanız Mazzaro'ya ulaşıyorsunuz... Meşakkatli ama ziyaret etmeye değer bir kısa yolculuk yani...



Isola Bella Taormina hakkında araştırma yaptığınızda karşınıza çıkacak ilk plaj adı olabilir; zira kendisi dünyanın "mutlaka görülmesi gereken plajlar" listesinde bulunuyor ve denizin içinden yürüyerek ulaşılan minyatür bir adaya da sahip olduğundan bu listeye girmeyi kesinlikle hakeden bir görselliğe sahip.. (
Bu küçük ada 1800'lerin sonunda Florence Trevelyan tarafından satın alınıp üzerine bir ev inşa edilmiş.)

Isola Bella taşlık bir deniz olduğundan çocuklu ailelere pek kolaylık sağlıyor diyemem. Bu yüzden de bir tam günü bu plajda geçirmek pek konforlu bir seçim olmuyor, ancak teninizi adeta öpen o kadife suyuna mutlaka girmenizi de öneririm.. Hatta bu, Isola Bella'ya ulaşmak için inilmesi gereken uzuuun merdivenlerin çıkış eziyetine dahi katlanabileceğiniz bir yüzme keyif sunacak size.. Biz bu deneyimi dönüş basamaklarında Alpcan'ı sırtımızda taşıma riskine rağmen es geçmedik, geçemezdik...

Bu arada şu bilgiyi de eklemek isterim; Isola Bella'nın hemen bir arka koyu olan Mazzaro'dan kalkan küçük teknelerle Isola Bella plajına kolayca ulaşmanız mümkün. Merdivenler sizi çok zorlayacaksa ufak bir bedel karşılığında bu tekneleri kullanabilirsiniz.

Isola Bella'da dingin bir suyun içindeyken Sicilya gökyüzünü izleyip tüm plaj gürültüsünden bağımsız o "an"ı doyasıya yaşamayı ve hissetmeyi gerçekten çok sevmiştim. Yukarıda da betimlediğim gibi gerçekten deniz suyunun tenimin üzerindeki kadife dokunuşunu hissettim.. Bir de suyun içindeyken hemen göz hizamdan geçen trenin aralıklarla çıkarttığı ses karmaşasını ve görüntüsünü de çok sevmiştim. Muazzamdı o anlar... 





Bu iki ana plaj dışında Taormina'ya yakın, lakin illa ki otobüs ya da araba ile gidilmesi mümkün olan ve adanın ilk Yunan yerleşimi kabul edilen Guardini Naxos ve Letojanni bölgeleri (kasabanın sağı ve solunda) bulunuyor. Denizden faydalanmak için bu iki bölge notlarınızda olabilir. Açıkcası biz Guardini'ningeniş plajindan ve denizinin görüntüsünden pek hoşlanmadık. Hayalimizdeki Sicilya denizi kesinlikle bu değildi. O nedenle de otel seçerken en fazla tercih seçeneğini bulacağınız Guardini Naxos tarafını tercih etmenizi şahsen önermem. Letojanni'yi
ise keyifli, kendi halinde bir çok yerel işletmeye sahip uzunca bir plaj olarak tanımlayabilirim. Biz bu işletmeler içinden Magia Beach'i oldukça sevdik ve plajın restoranında yediğimiz deniz ürünlerine de doyamadığımızdan, iki plaj günümüzü bu işletmeye ayırdık.. 



TARİH..

Antik Çağ'da Yunanlılar tarafından Tauromenion Romalılar tarafından ise  Tauromenium olarak bilinen Taormina'nın antik tiyatrosu Teatro Greco, kasabanın ve hatta Sicilya Adası'nın en önemli tarihi yapılarından biri kabul ediliyor.

Taormina'nın tarihi; MÖ 400'lü yılların başında Syracuse tiranı Dionysius
tarafından yok edilen Giardini-Naxos'a dayanıyor. Bu yıkımdan sağ kalanlar kuruyor kenti.. Sürekli yaşanan baskınlar sonrası MÖ 200'lü yılların başında Roma İmparatorluğu'na katılıyorlar ve bu dönem çok fazla saygınlık kazanıyor Taormina.. MS 902 yılındaki Arap fethi ise kent için çok önemli ve zor dönemlerin başlangıcı, ta ki 1078-1079'da olan Norman istilasına dek.. Normanlar dönemi kent yeniden yapılanıp, daha medeni bir yaşam kazanıyor ve bu gelişim İspanyolların hakimiyetinde de devam ediyor.

Teatro Greco; Syracuse şehrindeki anfi tiyatro sonrası adanın en büyük ikinci tiyatrosu ve günümüzde turistik ziyaretlerin dışında opera, tiyatro ve konserler için de kullanılan müthiş bir akustiğe sahip. 4500 kişilik de bir kapasitesi olduğu söyleniyor.. (Bizim seyahatimizin bir hafta öncesi kişiliğine ve iş disiplinine hayran olduğum sevgili Arzu Kaprol burada bir defile sergilemişti. Kasaba yerlileriyle bu organizasyonu konuşmak gururlu vericiydi.)

Tiyatro 3.yy'da Yunanlılar tarafından yapılmış. Romalılar ise bu yapıyı daha da zenginleştirip, genişletmişler. Roma döneminde elbette gladyatör dövüşleri için de kullanılmış kendisi.. Gördüğümüz ana sahnenin orijinale çok yakın olduğunu öğrendik, ancak süs ve sütunlarını görmek ne yazık ki mümkğn değildi.. 

Muazzam bir Etna ve Naxos Körfezi manzarası sunan tiyatronun tarihi değeri yanında bu manzarasıyla da fazlasıyla ön planda olduğunu söylemek mümkün.. 



Palazzo Corvaja, Porta Messina kapısından girdiğinizde karşınıza çikan ilk meydan olan Piazza Badia'da bulunan, Ortaçağ'dan kalma, Araplar tarafından inşa edilmiş ve ismini Corvaja ailesinden alan bir saray kendisi. (Aile sarayı -eğer doğru bir bilgi ise- İkinci Dünya Savaşı'na dek kullanmış) Arap etkisinin hemen okunduğu yapının kemerli pencereleri, kapıları ve iç avlusu görülmeye değer.. Özellikle merdivenin hemen yanındaki pencerede bulunan kabartma kesinlikle gözden kaçırılmamalı..

Bu arada bina zamanında Sicilya Parlamentosu'na da ev sahipliği yapmıs. Şimdilerde ise Sicilya Müzesi olarak ziyaret edilir durumda.. (gravürler, freksler ve kabartmalar....)

Saint Catherine of Alexandria Kilisesi benim şehirdeki en sevdiğim yapı oldu diyebilirim. Barok sevdamın izlerini taşıdığından mı geliyor bu sevgi yoksa böylesi harabe görüntüleri 30'lu yaşlarımda daha çok sevmeye başlamamdan mı bilemiyorum. Kilise gezmeyi seviyorsanız içindeki heykelleri de ıskalamayın lütfen.

Yunan tapınağı Jupiter Serapis'in üzerine inşa edilmiş olduğu kabul edilen Chiesa di San Pancrazio; bir piskopos ve de şehit olan Taormina'nın koruyucu azizine adanmış ve Barok mimari izleri de taşıyan bir diğer klise.

Piazza Duomo, kasabanın ana caddesi Via Umberto üzerindeki bir diğer meydan. Öğleden sonra ya da akşam yemeği öncesi aperito keyfi yaparken Alpcan meydanda özgürce scooter binip, arkadaş edindiğinden bu meydanda çok zaman geçirdik diyebilirim. Meydana ismini veren Orta Çağ mirası kilise Duomo di San Nicola da bu meydanda bulunuyor ve de görsel olarak meydana çok yakışıyor. Dış cehhesinde Normandik izler de taşıyan kilisenin içinde bazı görülesi resimler de mevcut. Özellikle Antonello de Saliba'nın polipsiği (yani panellerden oluşan resimleri) görülebilir..

Meydanın ortasında insanın içinden keşke Bernini yapsaymış diye geçirdiği Barok güzeli bir çeşmesi bulunuyor. Gölge olduğunda insanların merdivenlerine oturduğu, güneşli zamanlarda ise kuşların mesken tuttuğu nefis bir soluklanma noktası kendisi.


Clock Tower; kasabanın en kalabalık meydanı olan Piazza IX Aprile'de bulunuyor. Aslında 12.yy'da yapılmış, ancak 
birkaç kez yıkılmış ve günümüze kadar da birçok kez inşa edilmiştir.

Meydandaki terası ise Akdeniz manzarasını içinize çekeceğiniz enfes bir nokta. Bu meydandaki kafelerde oturup ada lezzeti granita tadımı yapmak her daim güzel bir fikir.. Hem bu sayede kasabanın ehenkle süren, telaşssız yaşamını da gözlemlemiş oluyorsunuz... 



Public Garden ya da Park Giovanni Colonna Taormina'nın mistik güzelliğini yaşamak adına enfes bir ortama sahip.. Bahçe yarı tropik bitkilerle donatılmış ve patika yollarla ve farklı zemin seviyelerinde hazırlanıp üç hektarlık bir araziyi birbirine bağlayan benzersiz bir park örneği.. Zeytin agaçlarıyla kaplı daracık patika yollarında yürümek hem keyifli hem de insanı başka zamanlara ışınlıyor. 

Isola Bella'da da bahsi geçen İngiliz soylu kadın Florence Trevelyan'a ait bu bahçenin yapımı. Kendisinin bu bahçe için İngilizlerin engin Botanik tecrüberlerinden yararlandığını söylüyorlar, ancak bahçede gezdiğinizde doğunun izlerini de kesinlikle takip edilebiliyor..

Bir bankta oturmak, Etna'yı seyre dalmak ve o sırada aklınızdaki tüm düşünceleri serbest bırakmak bence bu bahçe gezisinin mutlak sonu olmalı.. Burayı tatilinizin meditasyon etkisi gibi düşünüp, kendisine vakit ayırmanızı içtenlikle isterim. 

Kasabada birbirinden güzel seramik dükkanları göreceksiniz. Taormina'ya yakın değil ancak Caltagirone kasabası adada seramik endüstrisinin başladığı yer olduğundan seramik ticareti tüm adaya müthiş bir ahenkle yayılmış. Seramik dükkanlarında kendinizi kaybedeceğinizi sanırım tahmin edebiliyorsunuzdur ve aralarından seçim yapmanın ne kadar zor olacağını da... 



Taormina benim nazarımda bir günlük turistik ziyaret ile değil de hayatınızdan birkaç gün çalarak ada yerlileri arasına karışıp günlük yaşamına ortak olmanızı tavsiye edeceğim büyüleyici bir destinasyon...

Goethe ile başladık, onunla bitirebiliriz; üstat "cennetin yaması" demiş bu kasaba için.. Üzerine daha ne söylesek az..

Sevgiler
lulu

22 Eylül 2014 Pazartesi

SICILYA

Sicilya Seyahat Planları ve Kısalı uzunlu Notlar... 

Dünya üzerinde, ama daha çok Avrupa sınırlarında deneyimlemek istediğim yer sayısı o kadar çok ki... zaman zaman aldığım nefes hepsine yetecek mi diye endişe etmiyor değilim, ama bir bakıma da bu endişeli ruh hali beni seyahatlerimde yaşadığım ana mükemmel bir şekilde adapte ediyor. Özlemle görmeyi dilediğim her yeni şehrin/kasabanın ya da bir doğa güzelliğinin sınırlarına girdiğimde yaptığım ilk şey; kocaman bir nefes almak oluyor.. Eğer genel olarak seyahatlerimde gerçekten de aksatmadan yerine getirdiğim bir ritüelim varsa, işte o ritüel kesinlikle kollarımı açıp şükretmek....

Sicilya Goethe'nin "Sicilya'yı görmeden İtalya'yı anlamak mümkün değildir" sözünü okuduğumdan beri aklımın bir köşesinde duruyordu aslında. Ülkede yaptığım tüm geçmiş seyahatler ve ülke insanı ile devam eden iş ve özel hayat arkadaşlıklarım sonrası Sicilya Adası'nı kısmen de olsa deneyimleme şansı yakaladığımızda ben de bu cümlenin özde ne ifade ettiğini anlamaya başladığımı söyleyebilirim.. Sicilya sanki İtalya'nın anatarıydı ve İtalyan kültürü yanında Akdeniz Bölgesi'nin yaşam dinamiklerini anlamak için de doğru bir adresti...

Uçağımız Catania Havalimanı için inişe geçip görkemli Etna tüm ihtişamıyla gözümüze değdiğinde kendime şunu fısıldamıştım; "bu seyehat içsel bir deneyim olacak!" Yanılmadım.... Etna bana yıllardır meditasyon ile edinmeye -daha çok korumaya- çalıştığım "denge ve umut" ikilime öyle kuvvetle sarılmamı sağlayacaktı ki; yalnızca bunu deneyimlemek bile Sicilya seyahatini tüm geçmiş seyahatlerimden ayrı tutmaya yetecekti....

Öncelikle, bilerek ve de isteyerek adanın tamamını tek bir seyahate sıkıştırmamayı tercih ettiğimizi söylemeliyim.. Yoğun iş yaşamımızı ve mecburi zaman kısıtlamalarımızı göz önüne alarak, seyahatlerimizin gerçekten içimize sinmesini ve Alpcan'ın bu seyahatlerden maksimum keyif almasını çok önemsiyoruz. O nedenle Sicilya seyahatimizi Katanya ve çevresi şeklinde planladık.. Yani Palermo ve çevresini bu ilk seyahatte memnuniyetle pas geçmeyi daha uygun bulduk.. 

İlk seyahatin Katanya ve çevresi olarak belirlenmesinin nedeni ise uçağımızın direkt Katanya'ya inecek olmasıydı aslında, ama yine de Palermo'ya da direkt uçuş şansımız olsaydı Etna farkıyla tercihimiz yine Katanya olurdu diye düşünüyorum..

Konaklamak için ise hiç düşünmeden Katanya şehrine yaklaşık 45 dakikalık bir uzaklıkta bulunan Etna manzaralı güzeller güzeli Taormina'yı seçtik. 



Ada hakkında kabaca bir bilgi vermek gerekirse; Sicilya için Akdeniz'in en büyük adası diyerek söze başlayabiliriz.. Haritada İtalya çizmesinin hemen parmak ucunda duruyor kendisi. Güneyli İtalyanların pek sevdiği, havalı kuzeylilerin ise ada halkını "İspanyol etkisinde kalmış arabesk Yunanlılar" şeklinde bir bakıma küçümsedikleri söylenen bu cennet ada; Avrupa'nın en yüksek ve hala aktif olan yanardağı Etna'ya ev sahipliği yapıyor olması sebebiyle de fazlasıyla popüler.. Gerçi bu popülerliğin diğer kanadını -belki de- dünyanın ilk ve en güçlü mafya ailesinin bu topraklarda ortaya çıkmış olması nedeniyle The Godfather film serisi oluşturuyor da diyebiliriz.

Sicilya Adası Agrigento, Caltanissetta, Catania, Enna, Messina, Palermo, Ragusa, Siracusa ve Trapani adında dokuz şehirden oluşuyor ve bu şehirlere bağlı onlarca köy/kasaba bulunuyor. Elbette çok detaylı bir kasaba deneyimi yaşadığımızı söyleyemem, ama yine de edindiğimiz deneyimler sonrası her birinin özenle gezilmeye değeceğine karar verecek kadar tatmin olduk kendimizce..

Adanın Tiren Denizi'nde Aeolian Adaları diye adlandırılan ve Unesco'nun koruması altına alınmış bir adalar grubu bulunuyor. Alicudi, Panarea, Vulcano, Lipari, Salina, Filicudi ve Stromboli bu grubun adaları ve Sicilya severlerin birkaç seyahat sonrası planlarına mutlaka ekleniyorlar.. Adalar içindeki cennet parçası Stromboli ise tam anlamıyla aktif bir yanardağa sahip olduğundan oldukça popüler diyebilirim...

 

Katanya şehriyle ilgili kültürel seyahat bilgilerini bulabileceğiniz çokça blog yazısı mevcut o nedenle o kısma detaylıca girmeyecek, ama aklımda yer eden birkaç önemli notu paylaşmadan geçmeyeceğim..

Genel olarak şehir oldukça büyük olsa da en önemli tarihi değerlerini Via Etna çevresinde geniş bir çember çizerek gezebiliyorsunuz.. Kötü şöhreti sayesinde akla gelen ilk yanardağ olan Etna'nın küllerinden oluşan kraterlerin bir bölümü işlenip taş haline getirilmiş ve Via Etna caddesinin neredeyse tamamına yakını bu taşlarla döşenmiş... Caddenin kara taşlarla kaplı sokaklarında yürümek bir yandan etkileyiciyken, diğer yandan oldukça tedirgin edici diyebilirim...

Barok mimari Sicilya şehrinde, özellikle de 1693 yılındaki yıkıcı deprem sonrası ciddi bir şekilde kullanılmış ve neredeyse şehir yeniden inşa edilmiş. Bu yeniden inşa yerli halkın gurur duyduğu "Sicilian Baroque" tarzının oluşmasını
sağlamış. Şehirdeki evlerde dahi bu tarzın izlerini takip etmek, yerli halkın kendi Barok mimarisine ne kadar güçlü sahip çıktığının kanıtı gibi.. Hakikaten etkileyici...

Tarihi binaların figürlerinde, kiliselerin iç ve dış süslemelerinde, motifli mermer kabartmaların hemen hemen hepsinde altın ve mermer kaplamalı Arap ve Bizans mimarisinin esintileri okunuyor.. Ayrıca Sicilya Barok tarzının tüm teatralliğini de gözler önüne seriyorlar.. İnsan bir yandan 1693 yılı öncesindeki mimariyi en azından adanın güneydoğu bölgeleri için merak ediyorken, diğer yandan da deprem sonrası ortaya çıkan görüntüler için minnet doluyor.. Müthiş bir dünya misası hakikaten... 

NOT: Barok sanatına ilginiz var ise; Unesco'nun Sicilya'da koruma altına aldığı adresleri mutlaka incelemenizi öneririm. Bu liste Palermo şehri ağırlığında olsa da Katanya ve çevresinde de es geçilmemesi gereken adresleri listelemenizi sağlayacaktır..

   

Sevdiğim Tarihi Eserler... 

Görkemli Barok Katedrali'nin de bulunduğu, 1700'li yıllardan günümüze ulaşmış ferah meydan Piazza del Duomo şehirde yeniden ve yeniden uğranılan bir konuma sahip.. Meydanın hemen yanı başında bulunan "Pescheria" balıkçılar çarşısı ise tipik ada halkını gözlemlemek için nefis bir adres.

Her şehrin ismi ile anılan bir sembolü olur bilirsiniz. Katanya'da bu sembol, Duomo Meydanı'nda (Katedral Meydanı da deniyor) bulunan ve görür gözmez aklıma hemen Bernini'ciğimin Roma'daki fil heykelini anımsatan heykel.. Yani bir fil.. Sicilya'daki fil sembolü Fontana dell'Elefante çeşmesi olarak karşımıza çıktı ve elbette lavlardan yapılmıştı. Filin üzerinde yükselen Antik Mısır Dikilitaşı'nın hiyeroglifleri de ayrı etkileyiciydi.. Bu arada belki klişe ama yer taşlarının üzerine döşenmiş demir fil figürüne ayağınızı sürtün ki; anlatıldığı gibi şansınız daim olsun...

Meydanda bulunan ve kentin koruyucusu St.Agatha'ya adanmış Saint Agatha Katedrali, Roma SPA'sı (termal yeri) kalıntıları üzerine inşa edilmiş bir yapı. Yapımı yanlış hatırlamıyorsam 1000'li yılların başlarına dayanıyor. Zaten bu yüzden de fazlasıyla kıymet veriliyor kendisine.

Agatha, zamanında Roma valilerinden biri tarafından arzu edilen, ama valiyi reddettiği için geneleve yollanan ve ciddi işkencelere maruz kalan soylu bir ailenin kızıymış.. Yaralarının çok derin olduğu bir gece Aziz Petrus tarafından iyileştirilmiş Agatha ve her türlü tehlikeye rağmen kaçmak yerine İsa uğruna çalışmaya devam etmiş.. Sonunda da bir hapisanede ölmüş.. İnanılan çok hikayesi var Agatha'nın, ama en vurucusu Etna'nın lavlarını ve alevlerini bile peçesi sayesinde durdurulması diye anlatılıyor... Bu arada katedral Agatha'nın hazinelerine sahipmiş, ama yılın yalnızca dört günü halka açtıklarından bizim bu hazineleri görmemiz mümkün olmadı..
(Bu arada Bellini'ni mezarı da bu kilisede bulunuyor..)

Katanya şehrinde bir klasik müzik ve opera sever çift olarak Stesicoro
Meydanı'nda bulunan ve romantik İtalyan operasının kurucusu kabul edilen Vincenzo Bellini heykelini görmenizi tavsiye ederiz.. 

Revize Not 2020: Çok taze ve üzücü bir haber eklemek istiyorum hızlıca.. Eylül ayında, hem de dünya Covid-19 ile yeterince meşgulken kiliseye bir saldırı düzenlendi ve Agatha'nın heykel bedeni tahrip edildi.... 


Katanya şehrinin en ilgi çekici yanı Barok mimarisi yanında Etna'nın en yoğun lavını püskürttüğü 1669 yılında lavraların denize kadar ulaşıp kıyıyı doldurmuş olması... (1669 yılındaki patlamanın Etna için bir kutsanma olduğu düşünülüyor) Kıyıları dolduran bu lavlar üzerinde yıllar içinde evler, hayatlar inşa edilmiş.. Ürkütücü elbette düşününce, ama ada halkı için oldukça normalleşmiş bir durum bu..  

Şehrin çok yakınında Acitrezza adında bir sahil kasabası bulunuyor. Etna’nın lav püskürtmesi sonucu Acitrezza'ya dek ulaşan volkanik taşlar kıyı boyunca ve denizin içinde görsel bir şölen oluşturmuşlar... Pırıl pırıl Akdeniz maviliğini bu taşlarla birleştirip seyre dalmak enfes diyebilirim...



Etna Dağı
en başta da söylediğim gibi Sicilya adasında deneyimlenecek en önemli doğal güzellik.. Felaketin, hem de şiddetli seviyelerde ve çok kez yaşanmış bir felaketin sebebine "güzellik" demek size ne kadar doğru geliyor bilemiyorum, ama felaket sonrasında yeniden yeşeren hayat belirtilerine baktığınızda bunun bir güzellik olmadığını düşünmek doğaya haksızlık olur gibi hissediyorum ben...

Limon bahçeleri ile başlayıp, üzüm bağlarıyla devam ederken ve bitki örtüsü yeşilin en güzel tonlarında seyrederken, tüm bu güzelliğin ansızın bir bıçak gibi yeryüzünden silinmiş olduğunu görmek, katılaşmış ama yer yer hala sıcaklığını bir parça koruyan lav taşlarına dokunmak anlatılmaz derecede etkileyici bir deneyimdi bizim için. Hele ki; yaşamın bir şekilde yolunu bulup yeniden yeşerdiğini ve umut aşılamaya devam ediyor oluşunu gözlemlemek hayatımda o ana dek yaşadığım en değerli öğretiydi diyebilirim. 



Ragusa Unesco tarafından korumaya alınmış tipik bir italyan şehri. Vaktiniz ne kadar kısıtlı olursa olsun gördüğünüze asla pişman olmayacağınız ada şehirleri listesinin başını bile çekiyor olabilir, zira bir 
tarih aşığıysanız eski Ragusa sizin için Sicilya'nın en güzel şehirlerinden biri olacaktır diye inanıyorum... Bir kere Monte Iblei'nin eteklerine kurulmuş eski Ragusa yani Ragusa Ibla hakikaten nefes kesici bir manzaraya sahip... (Nitelikli manzara görüntülerini seviyorsanız palmiyeler cenneti park Giardino Ibleo'yu da mutlaka ziyaret edin derim..)

Şehir Katanya gibi 1693 yılındaki büyük deprem sonrası Barok tarzında yeniden inşa edilmiş.. Barok dönemin sonlarında bu durumun yaşanması hem Barok mimari için dünya üzerindeki son örnekleri oluşturmuş hem de çok kıymetli Sicilya Barok tarzının oluşmasına zemin azırlamış.. En önemli ve incelenesi tarihi eseri Repubblica Meydanı'nda bulunan ve depremden kısmen de olsa kurtulan, ama sonraları yeniden restore edilen klise Anime del Purgatorio.. Ayrıca şehrin sokakları arasında depremden kurtulmuş daha eski mimari örnekler görme şansınız oluyor..

Büyük deprem sonrası daha düz bir zeminde inşa edilmiş ve Superiore Ragusa olarak isimlendirilmiş yeni şehrin sokakları da görülmeye değer elbette.. Superiore Ragusa'nın çan kulesiyle oldukça heybetli olan katolik kilisesi Cattedrale di San Giovanni mutlaka notlarınızda olsun derim.. Deprem sonrası yapılmış, ancak 1700'lerin sonunda daha da genişletilmiş bir katedral kendisi.. Unesco'nun da dünya mirasları listesinde yer bulmuş böylece...

Piazza del Duomo'nun bir ucunda bulunan San Giorgio Kilisesi es geçilmemesi gerek bir güzellik! Palmiyeleri geçip merdivenlerinden kiliseye doğru tırmanmaya başladığınızda ne demek istediğimi anlayacaksınız... Bana kalırsa Sicilya Barok mimarisinin en güzel örneği kendisi..

Daha çok bu şehrin eski kısmını gezeceğinizi düşünerek; bu karakterli sokaklar arasında çok mutlu olacağınızı, yalnızca kahve ya da dondurma molası değil belki bir öğle yemeği de yemek isteyeceğinizi biliyorum; zira biz bunu çok istemiştik..

O nedenle, lezzet peşinde olanlar için aslında bir butik otel olan, ama 1 Michelin yıldızlı bir restoranı da bulunan ve şehrin en iyi lokantası kabul edilen Lokanda Don Serafino tavsiyesini hemen buraya eklemek istiyorum.. Restoranın bir bölümü mağarada bulunuyor. Biz bu tip restoran örneklerinin daha çok Puglia bölgesinde olduğunu bilirdik, ama Ragusa'da karşımıza çıkmasını nefisti.. Bu arada fiyat konusunda da çok tedirgin olmanıza gerek yok, zira fiyatları bence yıldızlı bir restoran için oldukça makul...

Şehir için yaz aylarını kapsayan bir sanat festivali olan Estate Iblea'nın varlığını da not edebilirsiniz. Oradayken öğrendiğimiz; şehir doksanların sonunda başlamış ve hala da devam eden Sicilyalı dedektif drama dizisi Il Commissario Montalbano'nun çekim yerlerinden biriymiş.. (IMDB puanı 8,3)

Ve son not; eğer vaktiniz varsa bu şehre kadar gelmişken 15/20 dakika daha yol yaparak Modica kasabasına da ziyaret organize edebilirsiniz.. Biz Syracusa'ya devam etmek zorundaydık, ama vaktimiz olsun ve Modica'yı da tanıyalım çok isterdik...
 

(görsel restoranın web sitesinden)

Ragusa'ya gitmek yaklaşık 3000 yaşında olduğu bilinen Syracuse şehrini görmeyi de zorunlu kılıyor bir bakıma. Çiçero'nun “Tüm Yunan şehirlerinin en güzeli” olarak tanımladığı şehrin özellikle eski bölümü gezmeye doyulamayacak dar sokaklar, minik meydanlar, (özellikle Piazza Archimede ve üzerindeki nefis mitoloji hikayeleriyle betimlenmiş çeşme Fontana di Artemide) şirin restoran ve kafeleri doyasıya izlenmeli.. 

Syracuse, hem antik Yunan hem de Roma dönemlerinden tarihi kalıntılara sahip bir şehir, zaten Antik Çağ'da Akdeniz'in ana güçlerinden biri olarak kabul edilirmiş kendisi.

* Arkaik Dönem'e kadar tarihlenen ve Antik Dönem'de çok prestijli bir yer olan ve oldukça da iyi muhafaza edilmiş The Greek Theatre.. 
* Biraz yeşillenmiş görüntüsüyle daha da büyüleyici bir hal almış The Roman Amphitheatre..
* Bir taş ocağı olup, 6.yy'dan günümüze ulaşan ve şehrin birçok simge yapısını inşa ederken yararlanılan gerçeküstü bir taş ocağı Latomia del Paradiso.. 
* Bir anıt gibi yükselen bir diğer taş ocağı Latomia dei Cappuccini ve zarif merdivenleri şehrin görülesi güzelliklerinden..

NOT: Latomia Paradiso, "Dionysius'un Kulağı" olarak efsanelenmiş.. Mağaranın bir ucunda durur ve konuşursanız, konuşmalarınız mağaranın diğer ucunda fısıltı olarak duyulabiliyormuş.. 

Syracuse şehrinin hemen yanıbaşında eski Yunan medeniyetinden izler taşıyan Ortygia Adası bulunuyor. Özellikle de benzerleri yanında belki daha az etkili olsa da Apollo Tapınağı mutlaka görülmeli diye düşünüyorum.. Adada bir de Latomia ocaklarından gelen taşlar ile inşa edilmiş Castello Maniace var.. İçinde ve surlarında yürürken bir parça Dubrovnik surları tadı aldığım keyifli bir deneyimdi diyebilirim..

Piazza del Duomo'da bulunan, meydanı adeta taçlandıran ve Syracuse Katedrali olarak da bilinen Cathedral of Santa Maria delle Colonne 7.yy'dan günümüze ulaşmış ve ıskalanmaması gereken güzelliklerden biri... İçindeki vitray detayına da ayrıca dikkat etmenizi öneririm.. Enteresan bir kilise ziyaretini de Crypt and Catacombs of San Giovanni olarak not alabilirsiniz, zira 6.yy'dan günümüze ulaşmış olsa da 1693'teki yıkıcı depremden arda kalan kısmını (bazı sütunlar hala dimdik ve mükemmel bir durumda) görebiliyorsunuz. Ayrıca kilise altındaki yer altı mezarları da aynı şekilde görülebiliyor. Gördüğüm en şirin dış ceplerden birine sahip The Church of Santa Lucia alla Badi ise Bavyera Barok cephesi ve kilise içindeki Caravaggio'nun Aziz Lucia'nın Cenazesi tablosuyla sanatseverler tarafından kesinlikle es geçilmemesi gereken bir adres. 

Yoğun gezmeli ve sıcak bir günü Ortygia'dan kalkan minik teknelerle yapılan, belki turistik ama kesinlikle keyifli olduğunu söyleyebileceğim bir küçük geziyle tamamlayabilirsiniz. Bu sayede İyon Denizi'nin nefis sularında yüzme zamanı da yaratmış olursunuz kendinize.. Syracuse konaklamak için de daha bütçe dostu bir şehir gibi duruyor... Yani birkaç günlük bir zaman dilimini buraya ayırmak ve yakın çevreyi bu şekilde gezmek bütçenize katkı sağlayabilir..

Son olarak Ortygia'nın lokal hayatını gözlemlemek için lokal pazarını (Ortygia Market) gezmeyi, hatta erken saatlerde pazarın kuruluşuna sahit olmayı ihmal etmemenizi öneririm... 



Taormina, tüm Sicilya Adası'nı görmemiş olmama rağmen kendi adıma konaklamak için en keyifli ve doğru adresin Taormina olduğunu söylemekten çekinmiyorum.. Bizim gibi Katanya ve çevresi odaklı geziler için bu tavsiyeyi daha da kuvvetle yapabilirim hatta.. Yakın çevremizde adanın tamamını gezmiş ya da defalarca adayı deneyimleme şansı bulmuş kişilerin de yorumu hep bu yönde oluyor.. Bu nedenle 
Taormina deneyimlerimizi ayrı bir postta paylaşacağım...



Messina şehri Sicilya'nın İtalya ana karasına en yakın olduğu nokta. Bana kalırsa bu şehrin en büyük ziyaret nedeni feribotlar ile adalara, ama özellikle de Stromboli adasına Messina'dan kolayca geçiliyor oluşu.. Oldukça aktif olan ama tehlikesizce lav püskürtürken bir yanardağa sahip olan Stromboli'nin aktif olduğu günlerde adada konaklamak ve geceleri lavların denize ulaşmasını seyrediyor olmak seyahatinizi olağanüstü kılar hiç şüphesiz.. 



Sicilya Mutfağı..

Bu etkileyici kültür ve mimarinin muazzam bir mutfakla birleştirildiğini söylemeye sanırım ki lüzum yoktur, ama yine de bahsedelim biraz.. 

Yeme içme konusunda bazı seyahatlerde kesinlikle çok daha şanslı oluruz biliyorsunuz.. Sicilya bu tip seyahatlerin en önemli adreslerinden biri, zira mutfağının olağanüstü zenginliği tarihinin de katmanları sayesinde Akdeniz'e bir güzelleme yaparçasına gelişmiş diyebilirim.. Seçimlerinizi aşırı turistik mekanlardan yana dahi kullansanız, olumsuz yönde sizi şaşırtacağını ya da mutsuz edebileceğini hiç sanmıyorum, zira İtalyanlar bu işi ne kadar iyi biliyorlarsa Sicilya halkının bir o kadar daha bildiğine çok inandık biz.. Özellikle deniz ürünlerine karşı mesafeli değilseniz, inanın sofranızı her öğün cennete çevirebilirsiniz...

“Cook like a Sicilian, eat like a Sicilian” sözünden yola çıkarak adada deneyimlediğimiz tüm lezzetleri detaylıca sonraki postlarda paylaşacağım.. 


Genel hatlarıyla bizim Sicilya tatilimiz bu adresler (Stromboli hariç) arasında 
yaşandı.. Seyahat listeme bir çizik daha atmış olmanın keyfi bir tarafa; yaşadığım içsel serüven için de ayrıca şükür doluyum.. 

Adayı iki parçaya bölüp gezme fikrimize rağmen her günü dolu dolu geçen ve elimde bana bir post serisi hazırlatacak kadar detay biriktiren bir seyahatti kesinlikle... O nedenle de ilk post; planlar ve kısa kısa bilgiler içeriyordu.. Devamında görüşmek üzere.. 

29 Mayıs 2014 Perşembe

MONTE CARLO



Bir semt, içinde bulunduğu ülke isminin önüne geçebilir mi? Bunu, magnet koleksiyonum için yalnızca Monaco değil, mutlaka Monte Carlo magneti de almalıyım diye aranırken düşünmüştüm.. Şimdi ise bu postu hazırlarken konuya "Monte Carlo" yazdığımı farkedince gülümseyiverdim; zira gerçekten de mümkünmüş...

Monte Carlo, minyatür ülke diye tanımlayabileceğimiz Monaco'nun bir semti ve öne çıkışındaki en büyük neden sanırım ki; semtin içine dahil edilmiş kumarhaneleri olsa gerek. Elbette lüks anlayışını bir başka boyuta taşıyan otel ve restoranları sayesinde de Monte Carlo semtinin ünü ülke geneline göre daha da yükselmiş durumda.. Hatta birçok insan, Monte Carlo'nun Monaco'nun şehirlerinden biri olduğunu düşünüyor..

Monaco; Nice seyahatimizde bizi heyecanlandıran duraklardan biriydi.. Şehre trenle ulaşıp, dağ içinde kalan tren istasyondan çıkar çıkmaz heyecanımı kollarımı evrene açıp şükretmekle bastırdığımı hatırlıyorum. Öyle mutluydum ki! O an ve o dakika aklımdan geçen tüm iyi hisleri dün gibi hatırlıyorum.... 



Dünyada gelir seviyesi en yüksek olan 
(şu an için) ve bir de üzerine neredeyse vergiden muaf tutulan minicik bir ülke Monaco... İç işlerinde serbest, dış işlerinde ise Fransa ile birlikte hareket ediyorlar. Ülkenin metrekare olarak ufak oluşu lokal yaşamını durağan ve sıkıcı bir hale getirir mi bilemem, ancak çevresindeki büyük şehirlere olan yakınlığı ve yanı başında bulunan muhteşem köyler ve denize kıyısı olan kasabaları düşünüce.... bu ülkede yaşayan insanların hayat dolu kalabileceğine benim aklım bayağı yatıyor gibi..

Monaco prenseslerine -özellikle sevgili talihsiz Grace'e- olan hayranlığımdan olsa gerek, ülkeye gitmeden evvel kendimi son derece romantik hissediyordum. Vardığımda ise şehrin göğe doğru yükselen kocaman ve sevimsiz binaları arasında bir miktar hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim; zira beklediğim görüntüler kesinlikle bunlar değildi.. Yine de şehirde yaşadığımız deneyimler sonrası bu ilk bakışta yaşadığım hayal kırıklığını sildip attık diyebilirim.

Monaco, ilk önce olağanüstü gösterişli bir marinaya sahip. Görüp göreceğim en görkemli ve lüks tekneleri bu gezi sırasında gördüğümü, ilginiz olmazsa dahi sizi de etkileyebilecek görüntülere sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu nedenle marinayı bir de Avenue de Ostende caddesi üzerindeki bir kafeye ilişerek kuş bakışı izlemenizi tavsiye ederim..





Marina sonrasında sahil yolunu takip ederseniz, ünlülere ait ayak izlerini sıraladıkları uzunca terası geçer geçmez şehrin ana plajı Larvotto Beach'e
ulaşıyorsunuz. Plaj birçok özel isletmeye sahip, ama aynı zamanda tüm Avrupa plajlarında görmeye alıştığımız gibi halk için ayrılmış bölümleri de bulunuyor..
Biz bu işletmeler içinden en çok Miami Plage'ı sevdik diyebilirim..
(2019 yılı revize bilgi: Plaj işletmesi kapanmış ya da isim değiştirmiş..)

Genel olarak plajların giriş ücretleri Nice plajlarıyla hemen hemen aynı oranlardaydı.. 2 şezlong ve 1 şemsiye için 40 euro ödediğimizi hatırlıyorum. Plajların hemen hepsinde yemek menüleri de bulunuyor, ama Monaco'ya gelip plajda yemek yemek ister misiniz bilemiyorum.. En azından bir istemedik.

Larvotto çevresinde mütevazi fiyat aralığında birçok restoran ve kafe tercihiniz bulunuyor aslında.. Hatta minik büfelerde anlık ihtiyaçlarınızı karşılayıp olayı daha da ekonomik hale getirebilirsiniz, bu da aklınızda olsun..

Eğer denize girmek için kalabalık plajlar yerine biraz daha sakin bir mekan ararsanız; Ni Box kompleksi içinde bulunan Life Club tertemiz, bembeyaz bir işletme.. Yalnızca plaj olarak değil gün batımında aperitif almak için de not edilesi bir işletme kendisi. Gece partileri de pek ünlüymüş.. 

Monaco dendiğinde akla gelen en prestijli plaj işletmelerinden biri de Monte Carlo Beach Club. Mekana kişi başı günlük giriş, ziyaret ettiğimiz 2013 yılında 150 euro gibi bir rakamdı. Bu rakama yalnızca şezlong, şemsiye ve havlu dahil ediliyordu. Mekan bu nedenle de elit Fransızlar ve şehre gelen Hollywood ünlülerinin müdavim adresi oluyor zaten...






   
Elbette çıtayı yükseltmenin Monte Carlo için bir sınırı yok. Fairmont Otel bünyesinde yer alan Billionaire Sunset Lounge bunun çok iyi bir adres.. Ünlü restoran zinciri Cipriani ya da dünyaca ünlü Buddha Bar da tercihiniz olabilir.. Bir de söylemeden geçmemek gereken Monte Carlo meydanındaki Hotel de Paris içinde bulunan La Salle Empire restoranı var ki; kendisinin sahip olduğu görkem eşliğinde yemek yemek sanırım ki çok enteresan bir deneyim olabilir.. Bu tip restoranlarda yemek yemek için kişi başı en iyi şartlarda 200 euro gibi bir rakamı gözden çıkartmak gerekir muhtemelen..

Ama derseniz ki; biz olayı daha ekonomik tutalım ve İtalya etkisindeki ülke mutfağında keyifli bir deneme yapalım, o vakit size İl Terrazzino'yu önerebilirim. Yaz aylarında Monte Carlo'da yaşayan arkadaşlarımdan biliyorum hakikaten lokallerin müdavimi olduğunu bir restoran kendisi ve tabakların hakkını veriyorlar.
Adres: Rue des Iris 98000

Tabi bir de kumarhaneler meydanında bulunan Cafe de Paris'ten bahsetmeden bence geçmemeliyiz.. Her gidenin mutlaka dış masalarında oturup etrafı gözlemlediği, 
kahve-tatlı ya da kokteyl keyfi yaptığı, kesinlikle turistik, ama
dünyanın en ikonik adreslerinden biri kendisi..
Adres: Place du Casino.
 


Bu şehirde her köşe başında Bentley görmek, bir Bentley'e sahip olmanın dışında civit mavisi bir Bentley dahi alabilen 
insanların (Monaco yerli halkına Monegasques diyorlar) yaşadığı bir şehri deneyimlemek enteresandı hakikaten.. Ama çok da keyifliydi bu şehrin yaşam dinamiğini gözlemlemek diyebilirim.. Butikler müthiş şık, dünya markalarının prestij mağazaları muazzam gösterişli, restoran girişleri, valeler, insanların giyim tarzı, zarafeti ve daha birçok şey… İçinde olmayı tercih etmeyeceğim bir yaşam şekli olsa da birkaç saatlik gözlemle bizi farklı yerlere götürdü diyebilirim..

Avenue Princesse Grace'i keyifle geçip, Monte Carlo kumarhaneler bölgesine vardığımızda araba modelleri de spor ve cabrio olarak değişti pek tabi.. Alpico ne yana bakacağına şaşırdı doğal olarak. Bir noktadan sonra da "baba biz de kırmızı Ferrari alalım" diyordu yarım yarım konuşmasıyla..

Kumarhane olarak fazla bir deneyimimiz olduğunu söyleyemem, ama daha önce gördüklerimden farklı bir kumarhane gördüğümü de düşünmüyorum açıkçası. Beklentinizi yüksek tutarsanız sizi hayal kırıklığına uğratabilecek bir dekoru olduğunu da söyleyebilirim. Giriş ücretsiz, ancak kullanacağınız meblağ yüksek olacaksa farklı bölümlere davet ediliyorsunuz. Zaten asıl büyük oyunlar da o bölümlerde oynanıyormuş. Muhtemelen kumarhanenin bu bölümleri çok daha gösterişli ve şık dekore edilmiştir.. Kumarhanenin bulunduğu meydan ise ülkenin elbette en havalı noktası. Daha önce bahsettiğim Cafe de Paris işte bu meydanda bulunuyor. 









Peki ya Formula pilotlarının ağlattığı yollar?

Monaco'da Formula 1 Grand Prix turu yapmak bu şehirde yapılacaklar listenizin içinde mutlaka olur diye düşünüyorum.. Kumarhaneler meydanına çıkmadan evvel adımlarınızı mutlaka bu yollardan geçirmeli ve meydana bu şekilde ulaşmalısınız.. En azından meydana yürümenin de en ikonik yolu bu..  



Park Jardin Japonais (Jardin Exotique de Monaco olarak da geçiyor) doğal görüntüleri sevenler için tam bir cennet. 7000 m2’ye yayılan park, öyle keyifli ve görkemli ki; içinde bir tepe, şelale, plaj, dere ve hatta Zen Bahçesi içinde meditasyon alanı dahi bulunuyor ve her gün gün batana dek ziyaret edilebilir durumda.

Monaco günübirlik uğradığınız bir nokta değilse eğer, Oceanographic Museum of Monaco mutlaka uğranası bir müze olarak notlarınızda olabilir. Muhteşem bir akvaryum ve Akdeniz sualtı dünyasının nadide bir anlatımı olduğu söyleniyor bu müzede. Ayrıca saray kısmı da ziyaret edilebilir durumdaymış.. Biz ne yazık ki bu seyahatte değil, ama yeniden geldiğimizde Alpcan ile bu müzeyi mutlaka gezmemiz gerektiğini not aldık.. Dilerim bu notu bir gün, bir şekilde tikleme şansımız olur. Müze yolunda bir de Monaco Katedrali bulunuyor, onu da es geçmezsiniz sanırım.. Ve hatta Hükümet Binası önündeki askerlerin nöbet değişim törenini de yakalayabilirsiniz bu yürüyüş sırasında... 

2016 Revize Not: Aradan geçen 3 yıl sonunda bu müzeyi Alpico'm ile büyük bir mutlulukla ve detaylıca gezebildik.. Detaylar burada... ;)



Villa Sauber, 17 Avenue Princesse Grace adresinde ve Monaco'nun tarihinin en yakın takip edileceği galeri olan New National Museum of Monaco'ya ev sahipliği yapıyor. Müzenin bir diğer bölümü ise Villa Paloma'da. Biletler kişi başı 6 Euro. (Her ayın ilk Pazar günü ücretsiz giriş hakkınız var, bunu bilgiyi atlamayın derim.)

Son olarak, şehirde bir de Prens Rainier’in otomobil koleksiyonunun sergilendiği müze bulunuyor.. 1900’lerin başından günümüze dek gelen birçok modeli görme şansınız oluyormuş bu müzede.. Prens Rainier demişken, kendisi Amerikalı ünlü aktrist Grace Kelly ile evlenmiş olan prens oluyor. Bir de Grace Kelly'nin trajik ölümü sonrası yapılan anıt mezar ülkeyi ziyaret edenlerin mutlaka uğradıkları adreslerden bir diğeri... 

2016 Revize Not: Bu noktada size Nicole Kidman'ın Grace of Monaco filmini izlemenizi de tavsiye etmek istedim... Monaco seyahati evveli ülke hakkında bilgi sahibi olmak adına bence iyi bir izleme olacaktır.. 

sevgiler
lulu
x

23 Nisan 2014 Çarşamba

ANTIBES

Antibes...

Tanıyacağımıza dair büyük bir heyecan duymadığımız, lakin tanıştığımız an bizi kendine birçok detayıyla hayran bırakan güzel şehir...


Geçtiğimiz akşam İstanbul'da bir restoranın akşam yemeği menüsünde Nicoise Salad görünce, Cote d'Azur seyahatimizin en lezzetli öğle yemeklerinden birini Antibes'te yediğimizi ve Nicoise Salad konusunda iddialı bir deneme yaptığımızı hatırladık sevgiliyle.

Şehre gitmeden evvel notlarıma alıp, öğle servisleri tam kapanmak üzereyken kendimizi kabul ettir(e)bildiğimiz o minik restoranda yaşamıştık bu iddialı deneyimi..

Cote d'Azur seyahatimizin lezzet anlamında çok başarılı geçmesinin en önemli nedeni Sicimoğlu ailesiydi.. Daha önce Nice şehri hakkında hazırladığım postta da bunu yazmıştım hatırlarsanız.. Ayhan Sicimoğlu Cote d'Azur kıyılarını dünyanın en rafine mutfağı olarak tanımlar. Belki doğruluğunu onaylamak bana düşmez, ama en azından kıyı boyunca ziyaret ettiğim noktalarda bu değerli yorumu yerinde bulacak tadımlar yaptığım için kendimi şanslı saydığımı söyleyebilirim..

Restorana geri dönersek; şehirde yalnızca bir öğle yemeği yiyecek olmamız açısından tercihimizin nokta atışı olması büyük bir şanstı hakikaten.. Restoranın ismi; Restaurant La Forge ve her güne özel olarak hazırlanan öğle yemeği menüsüne sahipler.. O gün menüde Nicoise Salad olması da bir diğer şanmış meğer, yedikten sonra bunun farkına vardık elbette.. 
2019 yılı revize bilgi: Restoran kalıcı olarak kapatılmış ne yazık ki...

Notlarımda olup, hakkında övgü dolu cümleler okuduğum ve gördüğümüzde de konumu ve manzarasını pek beğendiğim Les Vieux Murs
şehre dair bir diğer tavsiyem olarak burada durabilir.. Tipik bir provence mutfağı olması nedeniyle, hem leziz yemekler yiyebilir hem de provence şaraplarından keyifli tadımlar yapabilirsiniz bu restoranda diye düşünüyorum..


Bu kez tersten başladık.. Önce yemen sonra kabaca şehir..

Antibes, Fransız Rivierası’nın şirin liman kentlerinden biri ve Nice'e çok yakın bir konumda olması nedeniyle Cote d’Azur seyahatlerinin planına kolaylıkla dahil olabiliyor. Zaten bu kıyıda genel olarak şehirler arası mesafeler oldukça kısa olduğundan, bol destinasyonlu gezgincilik yapmak isteyenler için Nice harika bir tercih diyebilirim... Söyle düşünün; Nice’te konaklayarak ve her gün ortalama 30/60 dakika aralığında bir yolculuk yaparak bölgenin birçok keyifli kasaba, köy, plaj ve şehrini gezme şansınız oluyor.. Nefis hakikaten..

Surların çevrelediği Antibes'in minik restoran ve butiklerle dolu daracık sokaklarını gezmeyi çok sevdiğimizi hatırlıyorum. Zaten yürümeyi seven biz, bu sokaklarda gönlümüzce salınmıştık ve Alpico’nun emektar puseti de bu süreçte bizi hiç zorlamamıştı. Hatta, merkezden uzaklaştıkça sakinleşen, ama bir yandan da Fransız mimarisinden enfes konut örnekleri sunmaya başlayan arka sokaklarında yürümek en sevdiğimiz şehir aktivitesi olmuştu..

Antibes şehri 3 ana bölgeden oluşuyordu.. Old town, The Cap d'Antibes ve Joan-Les-Pins. Old Town kalabalık olduğundan biraz zorlanmıştık aslında pusetle, ama yine de tüm Avrupa'nın tatile çıktığı Temmuz Ağustos ayında şehre gelmemekle akıllılık ettiğimizi de itiraf etmiştik kendimize.. Haziran enfes bir zamandı! Deniz de vardı, kısmen aradığımız sakinliğe de sahip olabilmiştik..

Old Town, şehrin elbette en güzel atmosferini oluşturuyor. Ana caddesi Rua Sade ve ona paralel tüm dar sokaklar keyifle geziliyor, aşırı bir kalabalık söz konusu olmadığında.. Kafe ve pastanelerde sıkça soluklanmalar yapıp, Fransız dondurmasının tadına bakabilirsiniz bu gezinti sırasında.. Eğer bizim gibi pazar günleri sabah saatlerinde kurulan kentin antika pazar March Provençal'e denk gelme şansınız olursa, gezmenizi öneririm, zira Fransız Rivierası'nda hakikaten çok nitelikli pazarlar kuruluyor..




Eğer hava şartları müsaitse şehrin plajları birkaç saatlik keyif yapmayı da hakkediyor diyebilirim. En kolay ulaşabileceğiniz kum plaj alteratifleri zaten genel olarak bu şehir ile başlıyor da diyebilirim..

Kumlu plajların yanında elbette çakıllı koyları da bulunuyor şehrin ve bu plajlar daha çok Cap d’Antibes bölgesinde.. Juan-les-Pins bölümü hem halk plajı hem de özel kulüp mantığıyla gelişmiş.. Şehir merkezi plajlarının ise hemen hemen hepsi halka açık diyebiliriz.

Yat limanının hemen yanıbaşında olup, surlardan çıkıp kolayca ulaşabileceğiniz bir Orta Çağ plajı diyebileceğim Plage de la Gravette eski şehrin en ünlü halk plajı.. Organize bir plaj değil ve lokallerle turistler bu plajın kumlarına sere serpe yayılmayı pek seviyorlar.. Bunun dışında şehre ayırdığınız zamana göre Plage Ponteil ve Plage de la Salis plajlarını da notlarınızda tutabilirsiniz.. 

Juan les Pins seyahat notlarında sıkça karşınıza çıkacak Antibes'in en keyifli plajlarına ve kuluplerine ev sahipliği yapan bölgesi.. Minyatür plaj Plage de la Gallice bizim gözümüze pek bir şirin gelmişti...

Bu plajlar dışında Antibes'in dışında kalan, ama şıkır şıkır sularda yüzme şansı yakalayabileceğiniz taşlık plajları da var.. Özellikle kendi aracınız ile seyahat ediyorsanız bu plajları seyahat evveli mutlaka not edin derim.. 



Antibes Limanı Cote d'Azur'un havalı şehri/ülkesi olan Monaco'ya göre oldukça mütevazi kalıyor, ama benim gibi daha minimalist bir görsel beğeniniz varsa Antibes marinası size de büyük bir keyif verecektir diye düşünüyorum. Minik teknelerin arasına ilişip, ayaklarımı denize sallandırmak bana çok iyi gelmişti... 





Şehrin en önemli sanat etkinliği Grimaldi Şatosu'nda sergilenen Picasso eserleri. Pablo Picasso, 1900'lü yılların ortalarında bu şatoyu hem atölye hem de ev olarak kullandığından müze daha da anlamlı bir hale gelmiş. Şehre girdiğiniz an Picasso etkisini sokaklarında, özellikle de müzeye giden sahil yolunda hissediyorsunuz. Hatta bu sayede Antibes şehri Cote d'Azur'un kültür başkenti olarak da anılıyor.

Musee Picasso Antibes'e gelindiğinde mutlaka ziyaret edeceğiniz bir adres olacaktır kuşkusuz. Tavsiyem, resim, heykel ve seramiklerini gördükten sonra müzenin terasına da mutlaka çıkmanız ve Akdeniz'in doyulmaz manzarasına bir de bu terastan bakmanız..

Alternatif müzeleri de gezmeyi seviyorsanız, şehirde alkol oranının yüksekliği nedeniyle birçok ülkede yasaklı bir içki olan Absinthe’in müzesi bulunuyor, hatta üzerine bir de Absinthe için açılmış özel bir bar bulunurmuş. Minik shotlar yapmak için not alabilirsiniz..





Mutlu Antibes'ler...

lulu
x

27 Şubat 2014 Perşembe

MILANO Ristorante Isola dei Sapori

Selam!

2014 yılının ilk Milano seyahatini tamamladığıma göre lezzetini hala damağımda hissettiğim bir balık restoranından bahsedebilirim diye düşünüyorum.

Isola dei Sapori, belki Milano'nun en iyi değil, ama kesinlikle nitelikli balık restoranlarından biri. Ayrıca inanılmaz hızlı bir servisi var ki; bu denli yoğun müşteri trafiği olan restoranlarda hızlı servis almak çok da sık rastlanabilir bir durum değildir İtalya’da.

Ardı arkası kesilecek mi bilemediğimiz soğuk deniz ürünlerinden yapılmış mezeler sonrası "işte bu" dediğimiz ara sıcaklar ve en sonunda da enfes bir ana balık tabağı deneyimledik Isola dei Sapori’de.

Ana yemekteki balık seçimimiz her yerde gerçek dil balığı yemek mümkün olmadığından dil balığı oldu... Çin'den ithal edilen, tadı dil balığından ayırt edilemeyen ve balık mezatlarında neredeyse yok pahasına satılan pangasius balığını uzun zamandır herkese dil balığı diye satıyorlar.. Özellikle de bizim ülkemiz çok fazla tercih ediliyor bu balık.. Özellikle diyorum, ama yalnızca bizim ülkemize ait bir "kandırıkçılık" değil bu durum.. Neredeyse tüm dünyada maliyetleri düşürmek için bu yola başvuran restoranlar bulunuyormuş..

Ancak Sapori gibi lezzetinden ödün vermeyen, güvenilir ve köklü restoranlarda bu konuda daha güvende hissedebiliyor insan.. Biz de o nedenle dil tercihini hızlıca verebildik zaten.. Son derece basit bir şekilde pişirilmiş dil filetomu, önce haşlayıp sonra hafif bir ızgara gösterdikleri enginar parçalarıyla sundular.. Muazzamdı... 

Elbette restoranın şarap menüsü de İtalyanlara yakışır seviyedeydi.. Bir balık restoranı olması nedeniyle özellikle beyaz şarap kısmı çok iddialı görünüyordu. 2010 yılını geçmeyen bir şarap seçip, yemeğimizi daha da keyifli bir hale getirdik elbette. 










Böylesi çeşidi bol bir akşam yemeği sonrası tatlı için pek yerimiz kalmamıştı açıkçası, ama buralara kadar gelmişken ve balık yemişken midemize bir miktar şeker de girsin olsun istedik ve tercihimizi dondurma üzerine serpilmiş taze dağ meyvelerinden yana kullandık. Ama benim tatlıya da yerim olur diyorsanız, menüde seçim yapabileceğiniz İtalyan pasta ve tart çeşitleri de mevcut.

Son olarak, genelde İtalyan geceleri ya Mirto ya da Limoncello ile son bulur. Grappa gibi daha sert tercihler de olur elbette, ama yakışanı daha çok bu ikilidir derler.. Ben daha çok limoncello seçeneğini tercih etsem de o gece Sicilya’nın serbest yetişen mersin agaçlarından elde edilen Mirto Rosso ile gecemizi tamamladık..



Abartacağım izninizle, ama uyumadan evvel midemin bile hala mutlu olduğunu hatırlıyorum.. Elbette ve kesinlikle tavsiye ederim… Hatta, dilerim Milano’yu benim kadar sık ziyaret edebilir ve bu sayede turistik tavsiyelerin dışına çıkıp böylesi adresleri de kovalayabilirsiniz.. 
 
Adres: Via Augusto Anfossi, 10.

sevgiler
lulu
x