Öne Çıkan Yayın

PUGLIA - Itria Vadisi

23 Şubat 2013 Cumartesi

PAROS ADASI - Kiklad Adaları'nın İnci Tanesi

Selam Sevgili Okur!

2012 yılının ilk deniz tatili için planlarımı netleştirdiğim şu günlerde, benim gibi yaz tatili planı yapanlar ve özellikle de Yunanistan'ın hangi adasına gitsek diye düşünenler için 2010 yazında ziyaret ettiğimiz nefis bir adanın notlarını paylaşmak istiyorum..

Paros Adası'na ilk kez henüz iki aylık hamileyken -biraz çılgınca bir karar gibi görülmüştü herkese- gitmeye karar vermiş ve her zamanki gibi adaya gitmeden önce ve sonrasına da Atina şehri ziyaretini sıkıştırmıştık.. İstanbul'dan Atina'ya uçacak, Yunan dostlarımızla özlem giderecek ve sonrasında da Efie'nin de yazlık evinin bulunduğu ve senelerdir ondan dinlemeye doyamadığım Paros'a doğru feribot ile yol alacaktık..

Paros, Yunanistan sınırları içindeki en popüler adaları kapsayan Kiklad grubunun bir üyesi.. Şıkır şıkır kristal sular, upuzun kumsallar, bir Yunanistan klasiği olan mavi-beyaz evlerin şirin mimarisi ile görsellerde görmeye alıştığımız karelerin tamamını sunuyor bu grubun adaları... Popülerlikte bir dünya markasına dönüşen Mykonos bu adalar grubunda yer alıyor.. Mykonos dışında da enfes adaları var elbette grubun. Belki onun kadar popüler değiller, ama en az onun kadar güzel sahillere sahipler hepsi de... Gastronomik açıdan ise Mykonos bir dünya harikasıysa, diğer Kikladlar da lokal açıdan tam bir gastronomi cenneti kabul edilebilirler.. Bu grup adaları içinden yalnızca Santorini diğerlerine göre daha farklı bir coğrafyaya sahip, ancak onun da ana odak noktası yüzmek değil de adanın daracık sokaklarını, ruhunu ve gün batımı keyfini yaşamak... Uzun lafın kısası; her neresi olursa olsun Yunanistan sınırlarında olmak birbirine yakın ve doyulmaz deneyimler yaşayıp, bu deneyimleri bir ömre yetecek hatıralara dönüştürebilmek demek...

Bir de mitolojik not ekleyelim bu grup adalarına.. Yunan mitolojisine göre Kikladların oluşumu deniz tanrısı Poseidon'un Kiklad perilerine öfkelenmesi ve bu öfkeyle onları adalara çevirmesi şeklinde anlatılır.. Hikayenin de hakkı var.. Görünen o ki; adaların hepsi de bir peri kızı kadar güzeller...

Gelelim Paros'a.. Özellikle yoğun yaz dönemi adayı Avrupa şehirlerinden binlerce kişinin ziyaret ettiği söyleniyor.. Bizim ülkemizde ise (şu an için) Paros yabancı bir adres ve pek keşfedilmiş gibi durmuyor. Ancak biliyorum ki; çok yakın yıllar içinde Yunanistan'ın birçok adası gibi Paros da Türk gezginler tarafından keşfedilecek ve de çok sevilecek, zira bu adada bir deniz tatilinden beklenen her şey mevcut. İster sakin ve romantik bir tatil, ister gece ve gündüz çılgın partilerle dolu saatler... Paros her doz hareketliliğe sahip diyebilirim, ayrıca hangi tatil şeklini tercih ederseniz edin, Paros'ta daima özenli ve lezzetli bir mutfak bulacak ve mükemmel plajlarda yüzeceksiniz..


U L A Ş I M

Paros Adası'na Atina aktarmalı iç hat uçuşlarıyla ya da bizim gibi Pire Limanı'ndan kalkan feribotlarla ulaşabilirsiniz. Pire'den kalkan büyük yolcu feribotları adaya 4,5 saatte varıyorken, hızlı feribotlar ile bu seyahat 3 saat 15 dakika gibi bir süreye inebiliyor. Tabi bu iki feribot arasında bir fiyat farkı da oluşuyor.. Tavsiyem yaz dönemi için biletlerinizi online olarak almanız, zira Paros feribotları Mykonos'a da gittiğinden her daim çok çok yoğun oluyorlar..

Bu arada Pire Limanı dışında Rafina Limanı'ndan da kalkan Paros feribotlarına göz atabilirsiniz.. Bu Liman Pire'ye göre çok daha küçük olduğundan, sabah karmaşası çok olmuyor..

4,5 saatlik araç ve yolcu taşıyan feribotların detayları için Blue Star Ferries; hızlı feribotlar için ise Hellenic Seaways ya da Seajets firmalarının web sitelerini kontrol edebilirsiniz.. 

Keyifli bir Ege Denizi yolculuğu sonrası adaya ulaştığınızda gözünüze çarpacak ilk detay; feribot iskelesinin hemen karşısında bulunan ve Paros Adası için ikonik bir fotoğraf karesi sunan değirmenler olacak...

 

Paros Limanı yani feribotların yanaştığı ana liman Parikia bölgesinde bulunuyor. Eğer bu bölgede konaklamak isterseniz ada geneline göre biraz daha uygun fiyatlarla konaklama yapmanız mümkün oluyor, ancak daha turistik kalıyor denebilir.. Ayrıca Parikia'da plaj konusunda çok iyi bir tercih hakkınız yok denebilir.. Aslında uzun ve geniş bir plaja sahip Parakia bölgesi ama tam aradığınız ada suyu berraklığına sahip olduğu söylenemez.. Kötü değil elbette, ama bizim hayalimiz bu değil diyelim...

Parikia'da limanın en solunda Livadia Beach diye anılan sahilde Tango Mar adında bir işletme var. Adadan ayrılmadan önceki son günümüzü, hatta bir tam günümüzü bu işletmede geçirdik biz.. Temiz, derli toplu ve mutfağı lezzetli bir işletmeydi.. Denizi de gayet tatmin ediciydi, her ne kadar sahili biraz dar olsa da... Ancak işletmenin güzel yanı bahçesindeki yeşillikler üzerinde de geniş bir güneşlenme alanına sahip olmasıydı..

Parikia'da tarih meraklılarının görmesini tavsiye edeceğim bir önemli kilise mevcut. Panagia Ekatontapiliani Kilisesi 4 yy.da inşa edilmiş bir Bizans Kilisesi ve “The Church of 100 doors" yani 100 kapılı kilise olarak anılıyor. Yunanistan genelinde en iyi korunmuş kiliselerden biri olduğu söyleniyor kendisi için ve efsanesi de; kilisede 99 kapı olması ve 100. kapının ancak İstanbul yeniden Yunanlılara ait olduğunda bulunabileceği.. (ah sen yok musun İstanbul....)

Parikia'nın en güzel yanı ise, her köşesinden ayrı bir güzellik fışkıran daracık sokakları ve çarşısı.. Akşamları bu çarşıda keyifle dolanıp, yemek için de birbirinden lezzetli mekanlardan birini seçebilirsiniz...









Bir ada klasiği olarak ATV ya da motor kiralayıp adada 360 derecelik bir çember çizmek her ada ziyaretinde olduğu gibi Paros'ta da mutlaka diyeceğim belki de tek tavsiye. Beni hamile oluşum bile durdurmamıştı bu keyiften, ama durup düşündüğümde delilik olduğunu da farkediyorum; zira henüz iki aylık hamileydim ve bebek henüz tam anlamıyla anne rahmine tutulmuş bile sayılmıyordu. (Gençlik ve tüm diğer delikanlı şeyler..) 

Neticede böyle bir çemberi motor, ATV ya da araba ile çizmek; adayı keşfetmenin en keyifli yolu oluyor kesinlikle.. Bu sayede en bakir ya da en vahşi plajlar yanında güneşin gözden yitirildiği en güzel gün batımı noktalarını da kaçırmamış oluyorsunuz... 











NAOUSSA, Paros Adası'nın kuşkusuz ki en keyifli sahil kasabası.. Hem konaklamak için tercih edilebilir güzellikte hem de gece hayatı açısından son derece hareketli bir bölge. Barlar, tavernalar ve gece/gündüz durmaksızın süregiden nefis bir çoşku var adanın bu bölgesinde. Hatta Naoussa için tüm Kiklad Adaları içindeki en güzel kasaba diye bahsediliyor ki; böyle söyleniyorsa vardır bir bildikleri..

Naoussa'da mutlaka limanı çevreleyen tavernalarda yemek yemeli ve dar kasaba sokaklarında kaybolmalısınız diyebilirim. Eğer balık ürünlerinde farklı tatlara da açıksanız güneşte kurtulmuş ve tuz ile pişirilen Guna Fish denemek için de adadaki en ideal yer burası. Yanına da pek az bilinen Souma içebilirsiniz.. Kendisi yine üzümden elde edilen yüksek alkollü bir içecek.. Hatta üzümleri deniz suyu ile mayalarlarmış soumayı hazırlarken.. Eğer yemeğiniz yanında terci etmezseniz dahi, bir shot yapmayı ihmal etmeyin derim..

Siparos tam merkezde değil, ama Naoussa'ya yakın ve en iyiler arasında adı geçen restoranlardan biri.. Tam olarak limanda olmayı tercih ederseniz; benim favorim Barbarossa, Efie'ninki ise Marios. Koktely ya da gecenin yemek sonrası devamı için Somaripa ve Comeback notlarınızda olabilir, zira iki mekan da enfes kokteyller hazırlıyor..









P L A J L A R

Paros hakikaten nefis plaj seçeneklerine sahip bir ada. Bitmeyen partileriyle Mykonos'u anımsatanlardan, daha sakin ama organize olan kendi halindeki plajlara kadar aradığınız her kriterde işletme bulunuyor Paros'ta. Ve elbette onlarca bakir ve keşfedilmeyi bekleyen sahilleri de mevcut...

Parakia'yi merkez olarak düşünürsek, adanın saat yönündeki tüm plajlarında uzun ya da kısa, ama mutlaka ıslandık sevgiliyle. Mastrelo, Kolimbithres, Monastiri, Santa Maria, Ambelas, Molos Bay, Piso Livadi (minicik ama enfes bir balıkçı kasabası), Pounda, Chrisi Akti, Farangas Bay, Aliki Bay, Parasporos....

Kolimbithres için adanın en farklı ve en ünlü plajı diyebilirim.. Tüm popülerliğine rağmen de oldukça sakin bir kum plaj burası ve heykel gibi özenle yontulmuş gibi duran granit kayalarla çevrilmiş durumda. Rüzgar ve dalgaların bin yıllar içinde ortaya çikardığı bu güzellikler hakikaten ıskalanmaması gerekiyor.. Ayrıca kayaların güzelliği enfes bir su berraklığıyla birleşiyor ve bu sayede ilginç bir plaj deneyimini sunuyor ziyaretçilerine. Organize bir plaj elbette, ama tercih ederseniz kayaların üzerinde de sere serpe de vakit geçirebiliyorsunuz.. 



Santa Maria bizim sevgili ile en sevdiğimiz plajlardan biri oldu. Naoussa'ya yakın plajlardan biriydi Santa Maria ve daha çok rüzgar sörfü ve diğer spor aktiviteleri için kullanıldığını öğrendik. Organize bir plajdı ve gün içinde yararlanabileceğimiz lezzetli bir tavernası vardı. O günün rüzgar yönü sayesinde Santa Maria'nın suları son derece durgundu ve bize hiç unutamayacağımız bir plaj günü armağan etti..

Farangas tatlı bir plajdı, ama işletmesi denizinden çok barı ile de ön plana çıkmıştı.. Sevgili birkaç saat ayırdığımız plajda keyifli bir kokteyl denemesi yaptı, mutluydu da...

Golden Beach ise kesin ve net adadaki favori plajımız oldu! Suyun rengi inanılmazdı, plaj işletmesi çok başarılıydı ve yemekleri de bizi aşırı tatmin etti.. Burada bir tam bir gün geçirip, plajın tüm güzelliklerinin keyfine vardık diyebilirim.

Revize Bilgi 2020: Bizim ilk seyahatimiz sonrasında Golden Beach'in az ötesinde bir de New Golden Beach ortaya çıkmış.. Onu da notlarınıza alabilirsiniz.. 
 
Punda Beach Club adanın gördüğümüz kadarıyla en hareketli plajıydı. Öğleden sonra partileri pek meşhurdu, ama bizim o kadar da ilgimizi çekmedi; zira partileri Mykonos kadar çılgın görünüyor olsa da dekor olarak Mykonos işletmelerinin yanından bile yaklaşamazdı.. Denizi de bizi çok cezbetti diyemem, ama belli ki bu işletmeye gidenlerin deniz çok da umurunda olmuyordu... Yalnız işletmenin girişindeki karşılama alanında bulunan geveze papağanlarını aşırı tatlıydı, zaten kendisi ada genelinde pek meşhur bir karakter...

Lageri bakir plajlar içinden en sevdiğimiz oldu. Sabah erken bir saatte uğradık bu plaja, deniz henüz derim bir uykudayken.. Çok çok keyifliydi hakikaten..

Aliki, adada deniz kenarında yenecek lokal bir öğle yemeği için enfes bir adres.. Mouragio ise notlarınızda olmaya değecek kadar leziz bir fish tavern.. Kendi tekneleri ile tuttuğu balıkları servis eden, tazecik ve çıtır çıtır kalamarlarına doyulmayan kendi halinde bir durak kendisi.. Denizin hemen üzerinde konumlanmış olması sayesinde yalnızca öğlen değil akşan yemeklerini de anlamlı kılabilecek bir nokta.. 



Piso Livadi; çok ama çok uzun zamandır yüzdüğüm en huzurlu denizdi benim için.. Bu hissi içinde bulunduğum hamilelik sürecinin duygusal yükselişleri mi belirledi, yoksa deniz suyunun o kadifemsi dokunuşları çok mu şefkat doluydu tam bilemiyorum ama verdiği his derim bir huzurdu, bunu çok iyi hatırlıyorum.
Küçücük bir balıkçı kasabasıydı Piso Livadi ve kendi halinde bir güzelliği vardı.. Aslında yalnızca bir öğlen yemeği için ziyaret etmişken, hem yemek hem deniz hem de kısa bir şekerleme fırsatı bulduk küçük sahilindeki ağaçların altında.. Yeri ayrı bizde..

Paros seyahati zamanları blog yazmadığımdan restoranın ismi de aklımda kalmamıştı, ama şimdi Piso Livadi restoranlarına göz atınca, denizin hemen yanı başında yediğimiz o unutulmaz öğle yemeğini Markakis'e borçlu olduğumuzu hatırladım. Amacımız taze balık ve deniz ürünleri yemekti, öyle de oldu elbette.. Klasik balıkçı kasabası menümüzü sipariş etmiştik.. Taze balık tercihimiz Marides olmuştu. Bu balık sardalya benzeri bir lezzete sahip ve doğru kızartıldığında çok keyifli oluyor yemesi.. Yanında yumuş yumuş bir ahtapot, tereyağında karides, kalamar ve Yunan salatası! İşte bu sofra cennet değil de ne sevgili okur?! 

Not: Piso Livadi'de bizim Yunanlıların favori restoranı yıllardır Ouzeri Halaris. Onu da bir başka Paros ziyaretinde deneyimleyeceğiz umarım.. 



Paros'un kıyı köyleri dışında adanın iç kesimlerine yayılmış ve enfes karelerle göz hafızanızı şenlendiren köyleri bulunuyor.. Bu köyler içinden favorimiz; bir dağ köyü olan LEFKES. Uzun uzun saatler geçirmedik aslında Lefkes'te, ama daracık sokaklarında telaşşızca dolaştık, minik meydanında sevgili frappesini içti, ben de taze meyvemi yedim ve tüm bu kısa zaman içinde aramızda tatlı bir bağ oluşuverdi Lefkes ile.. 
Cafe Marigo ise aşırı lokal hali ile inanılmaz tatlı bir köy mekanı olarak kalbimize kazındı... Burada mutlaka soluklanın..

Vakti olanlar ve ilgili olanlar için trekking rotası kabul edilen Prodromos Köyü'ne Lefkes'ten yürüyerek geçiliyor.. Bunu da eklemiş olayım.. 



Lefkes'e yakın ve yine çok sevimli bir köy olan Kostos, köyün hemen girşindeki sevimli kilise ve kilisenin yan sokağına doğru bisikletini taşıyan minik Yunan kız çoçuğu ile aklımıza kazınan bir kare oldu...

Kostos, koru içine adeta serpiştirilmiş gibi duran bir dağ köyü.. Adını da bu bölgede yetişen ve aynı ismi taşıyan Kostos çiçeğinden gelirmiş..

Paros Adası'nda, ana liman bölgesine yaklaşık 15/20 dakika gibi bir mesafede hem bitki örtüsü hem de serinliğiyle enfes bir nokta diyebileceğim Kelebekler Vadisi bulunuyor. ATV ile ulaşmanın beni bir miktar yorduğu, ama vardığımız zaman gördüğümüz kelebeklerin kanat desenleriyle inanılmaz etkilendiğim ve yorgunluğumu unuttuğum bir serüvendi bu vadi ziyareti.. Kelebek türlerinden anladığımızı söyleyemem, hatta bu konuda aşırı bilgisizdik demek daha doğru olur; ancak okuduğumuz notlar sayesinde kelebekler ve türlerine dair birkaç önemli bilgi edinebilmek harika oldu!



ANTIPAROS:

Yunanistan'da bazı adaların hemen yanı başında bir minyatür ada daha bulunur ve o adalar genel olaral ana adanın isminin önüne "anti" eklenerek isimlendirilir. Paros adasının hemen yanında da böyle minik bir adacığı bulunuyor. Yani Antiparos'u.

Antiparos'a ister konaklamalı ister Parikia ve Pounta'dan kalkan tekneler ile günlük olarak ziyaret edelebilen bir adacık. Her yarım saatte bir, küçük tekneler kalkıyor 15 dakika içinde sizi Antiparos'a ulaştırıyor. (Parakia'dan yaklaşık 30 dakika kadar sürüyor yolculuk, Pounta'dan ise 5/7 dakika..)

Bu adayı Paros'un tam olarak minyatürü gibi düşünebilirsiniz. Özellikle yaz başı ve sonlarında eşsiz bir sakinliği olduğunu ve birçok turist için bir inziva noktası olarak kabul edildiğini söylüyorlar ki; biz de haziran ayında adayı ziyaret ettiğimizden bu keyifli sakinlikten nasibimizi aldık diyebilirim.. Arnavut kaldırımlarına begonviller saçılmış pitoresk sokakları, rengarenk süslenmiş beyaz evleri, minicik taverna ve kafeleriyle çok çok keyifliydi ada, ama aklımıza kazınan en net görüntü; adanın hemen hemen her noktasında gözümüze çarpan ipe dizilip kurutulan ikonik ahtapotlardı diyebilirim. Bir de adanın sevimli ev sahipleri olarak bahsedilen, hop denizde hop karada gördüğünüz şirin kazları...

Bu güzel ada elbette zaman içinde birçok ünlü isim tarafından da keşfedilmiş. Eşinin Yunan kökenli olması nedeniyle ülkeyi çok daha yakın tanıyan ve bir Yunan sevdalısı olduğunu bildiğimiz Tom Hanks'in de Antiparos'ta bir yazlık evi bulunuyormuş mesela.. Onun dışında yaz aylarında yüzlerce tekne de ada çevresine demirleyip, ada sokaklarının ve denizinin keyfine varıyormuş.

Ada içinde gezmenin yanında, vaktiniz var ise küçük tekneler ile ada çevresinde de dolanmanızı tavsiye edebilirim. Biz bu aktiviteyi deniz o gün fazla rüzgarlı olduğundan yapamamıştık ne yazık ki; zira ben dalgalı denizden çok çekiniyorum... Mağara içlerine girmek konusunda da sıkıntım olduğundan aynı şekilde Antiparos Mağarası'nı da ziyaret edemedik biz. Oysa sarkıt ve dikitlerini çok görmek isterdim.. Aslında geçmişte birçok seyahatte yer altı mağarası ziyaret etmiştim, ama belki de hamilelik hormanlarının verdiği ekstra bir reaksiyondu bu.. Ben de kendime eziyet etmemeyi, şartları zorlamamayı tercih ettim..

2010 yılı için konuşursam; adanın organize bir plajı yoktu ve bu yüzden de ihtiyacımız olan her şeyi yanımızda götürmüştük biz.. Ama bu durum bu şekilde devam etmez diye düşünüyorum; zira Paros ve Antiparos, Mykonos'un arkasından en hızlı popülerlik kazanan Yunan adalarından.... 




Paros, en azından şu postu yaptığım yıllar içinde, Kiklad grubu adalarının en popüler ikilisi Mykonos ve Santorini kadar yoğun bir kalabalığa sahip olmayan ve bana kalırsa tüm Kikladlar içinde bir inci tanesi gibi parıldayan enfes bir ada.. 

Bir sonraki Paros seyahatimizde Alpcan da yanımızda olur diye çektiğimiz fotoğraf ile kapatıyorum bir seyahat yazısını daha.. O fotoğraf çekindiğinde cinsiyeti bile belli değildi aslında, ama biz evelden ezelden bir Alpcan hayalini yaşıyor ve içten içten onun geleceğine inanıyorduk sevgiliyle...  

lulu
x




22 Şubat 2013 Cuma

Kısa Kısa MİLANO

Selam,

2013 yılı bizim için seyahat anlamında çok hızlı başladı. Romantik bir Brugge kaçamağı ve yeni yıl karşılaması üzerine çok sevdiğimiz Paris ve sonrasında da Milano ile kavuştuk. Öyle ki; senenin ilk iki ayı içinde üst üste üç seyahat yapınca "bir süre uçmak istemiyorum" dediğimi bile itiraf edebilirim.

Milano ile ilgili hala oturup derli toplu bir post yapmadım, ama günün birinde parça parça yazdığım tüm tavsiyeleri bir araya getirecek detaylı bir şehir yazısı hazırlayacağım, buna inanıyorum. O ana dek, her seyahat sonrası yaptığım gibi en sevdiğim lezzet deneyimlerini kısa kısa paylaşmaya devam edeceğim..

Milano'da okuyan bir arkadaşımla kısa olsa da çok keyifli bir aperitivo keyfi yaptık şehirde.. Belki çok turistik bir tavsiye, ama yine de Milano'da yapılması gereken en birinci keyiflerden biri; Duomo Meydanı'nda ya da katedralin etrafında konumlanmış mekanlarda aperitivo almak.. Bu fikirden yola çıkıp biz de Bar Duomo'da bulustuk Ecem ile. Hem tüm ihtişamıyla akan şehir yaşamını izledik, hem de şehri konuştuk gönlümüzce...

Sık sık dile getirdiğim ve blogda da yazdığım en sevdiğim tipik İtalyan lezzeti yıllardır ossobuco'dur. Beni nedense bu ülkeye dair en heyecanlandıran ana yemek tabağı hep kendisi oluyor.. Ki geçmişte asla ilikli et yemeyen biri olmama rağmen... Alpico'ya hep söylediğim gibi; damak keyfi kesinlikle yaşayan, büyüyen ve gelişen bir şey... ;)

Bu son Milano seyahatinde, senelerdir hep gözümüze çarpan, ama turistik bir lokasyon diye hakkında hiç araştırma yapmadığımız bir restorana rezervasyon yaptırdık; zira İtalyan arkadaşlarımızdan biri şehirde ossobuco yemek için çok iyi bir tercih olabileceğini söylemişti.. Restoranın adı; Bagutta. 1924 yılından beri adını restoranın bulunduğu sokağa da veren Via Bagutta 14'te hizmet veriyor kendisi.. Restoranın ana lezzeti ise; her türlü övgüye değecek şekilde pişirilmiş ossobuco.. Klasik bir İtalyan trattoriası ve ossobuca deneyimi yaşamanız için kesinlikle tavsiye ederim kendisini.. Özellikle de kış sezonunda..

Milano'ya gittiğinizde, şehirdeyken kolay kolay ulaşmanızın mümkün olmadığı, ama 45 dakikalık bir tren yolculuğu ya da 1,5 saatlik bir araba sürüşü sonrası ulaşabileceğiniz nefis bir lokal lezzet notu da eklemek istiyorum.. Araba ile kuzeyde road trip yapacaksanız, bence bu lezzeti özellikle ıskalamayın.. Gideceğiniz istikamet Biella şehri. Biella Milano'da Alp Dağları eteklerinde konumlanmış kasaba havasında bir şehir. Dünya'nın en iyi giyim kumaşı üreticilerinin de ana lokasyonu oluyor kendisi, zira bu bölgenin Alp suları öylesine doğal bir yapıya sahip ki; dünya üzerinde daha iyi bir kumaş tuşesi elde edilmesi mümkün olmuyor. Suyun kalitesi aynı zamanda şehri kahve ve bira konusunda da bir dünya devi yapmış elbette... Biella'nın enfes bir bisküvisi var. İsmi; Canestrello. Hakikaten çok kendine has bir lezzet ve bu gofretimsi güzelliğe şehrin lokal pastanelerinin tamamından ulaşabiliyorsunuz. Ama illa ki bir tavsiye derseniz; Jeantet Pasticceria notlarınızda olabilir.. Buraya kadar gitmişken lokal barlarında bira ve kahve tadımı da yapın mutlaka..

lulu
x










11 Şubat 2013 Pazartesi

PARIS ve ASK

Selam,

Kesin olan bir şey varsa, o da Paris'i her ziyaret ettiğimde hissettiğim en yüksek duygunun AŞK olduğu gerçeği.. Sokaklarında el ele yürürken, tarihine ve sanatına yakın durmaya çalışırken, kafelerinde bir fincan kahve ya da bir kadeh şarap yudumlarken ya da restoranlarında Fransız lezzetlerini bıkmadan ve usanmadan deneyimlerken yanı başımızdaki en değerli duygu mutlaka AŞK oluyor diye düşünüyorum ve bu şehre bu duyguyu çok yakıştırıyorum...

Son Paris seyahatimiz şehri kaplayan bembeyaz karlar ile taçlandığından, bu duyguyu çok daha derinden hissettirdi bize diyebilirim. Karlı Paris sokaklarında yürümek, üşümek, soğuktan titrerken birbirimize çok daha sıkıca sokulmak ve sevdiğimiz restoranların sıcağına sığınmak çok güzeldi, çok melankolikti.. Otel odamızın perdesini araladığımızda bize tatlı tatlı gülümseyen Eiffel de bu havayı daha keyifli bir hale getirdi diyebilirim.

AŞK ve Paris hiç ayrılmayın birbirinizden dilerim..
















1 Şubat 2013 Cuma

BRUGGE (BRUGES)

Selam,

2012 yılının son günü, yani 31 Aralık pazartesi gününe denk geliyor dediklerinde seyahate programlanmış beynim hemen "salı günü de tatil" diye fısıldayıverdi.. Ve ben hızlıca seyahat alternatiflerimize kafa yormaya başladım.

Aklımda elbette onlarca şehir dolaştı.. Yeni yil süslemeleri, ışıklar, coşkulu kutlamalar, bu görkemli vaktin Avrupa'da nasıl geçtiğimi gözlemlemek ve dahası bu kutlamaların içinde bulunmak müthiş bir deneyim olacaktı, heyecanlanmıştım..

Sonra birden sevgiliyle aklımıza ilk ziyaret ettigimizde aklımızı başımızdan alan ve mutlaka karlar altında ya da bohem havasını iliklerimize dek hissedeceğimiz puslu sonbahar günlerinde ziyaret etmeliyiz diye düşündüğümüz Brugge geldi. Geldiği gibi de uçak biletlerimiz kesiliverdi..


Sokakları kelimenin tam anlamıyla çikolata kokan bu masal diyarında yeniden bulunmak ve kısa da olsa gözlerimizi yeni güne Orta Çağ'ın bu büyülü almosferinde ve Alpcan yanımızdayken açmak hakikaten muhteşem bir deneyimdi.

Gelelim bu kez şehirde edindiğimiz deneyimlerimize..

ULAŞIM: 

Brugge'e ulaşmanın en rahat yolu; Brüksel uçuşu sonrası, havalimanından iki kat aşağıya inip tren bileti satın almak. Bilet sonrası bir kat daha aşağıya inip gelen ilk Brugge trenine binebiliyorsunuz. Tren, Zuid istasyonunda aktarma yapıyor ve aktarma yaptığınız tren ile de Brugge'e kolayca ulaşıyorsunuz..

Tren ile şehre ulaştığınızda şehri keşfetmeye Minnewaterpark yani diğer adıyla "Lake of Love"dan başlamış oluyorsunuz aslında.. Burası Brugge'ün belki de en romantik noktası. Gölün yanı başında yapılan bu romantik yürüyüşle şehre denen ilk merhaba sonrası Beguinage (kadınlar) Manastırı'na doğru yönelebilirsiniz .. Zaten sonrası da kısa bir yürüyüş ile şehrin merkezine ulaşmak demek..



Brugge:

Brugge çok güzel bir şehir. Sizi tek bir ziyaret ile tatmin etmeyecek ve yeniden kendisiyle kavuşturmayı diletecek -bizim gibi- kadar da duygusal bir bağ kurduran bir şehir.. Çabasız güzelliğiyle kalbinizin bir yerine bir şekilde yerleşen ve orada öylece durabilenlerden...

Bana sorarsanız şehri tarihi değerleriyle eksiksiz olarak gezmenin en doğru yolu belirlenmiş yürüyüş parkurunu takip etmek. Bu parkuru web siteleri üzerinden bulabilir ya da otelinizden broşür rica edebilirsiniz.. (Yabancı diliniz varsa buradan da detaylı inceleme yapabilirsiniz..)

Bir önceki postumda çok daha detaylı anlatmıştım gerçi ama yine de birkaç hatırlatma yapmak istiyorum. Sonra ise o postta pek bahsi geçmeyen detaylara ve şehirde edindiğimiz yeni deneyimlere yer vereceğim..
(eski postumu buradan okuyabilirsiniz..)

Markt Square şehrin en büyük ve en görkemli meydanı. Daha önce haziran ayında geldiğimiz için oldukça canlı ve renkli olan, ama kış aylarının bohem havası sayesinde ruhunu daha çok sevdiğimiz bir meydan burası. Elbette yeni yıl süslemelerinin de bu sevgiyi arttırmada etkisi büyük.. Meydanda bulunan Hükümet Sarayı ve özellikle de 366 merdivenli çan kulesi Belfry şehri kuş bakışı görmek için en doğru nokta kabul edilebilir. (Bu kuleyi In Brugge filmi sonrası görmeden sevdiğimi itiraf etmeliyim.)

Meydanın ortasında bulunan Jan Breydel ve Pieter de Coninck heykeli es geçmeyeceğiniz önemli anıtlardan biri.. Onun bile kış görüntüsü çok daha etkileyici geldi bize... (1302'de Fransız kralına karşı Flaman direnişinde büyük rol oynayan iki popüler yerel kahraman kendileri..)


Avrupa'nın en yüksek tuğla kulesine sahip kilisesi (122 mt) Church of Our Lady bu şehirde görülmesi gereken tarihi binaların en önemlilerinden.. Michalengelo'nun Carrara mermerinden yaptığı "Meryem ve çocuk İsa" heykelini bu klisede göreceğiniz düşünülürse, sanat anlamında da en önemlisi kendisi olabilir.. En azından benim için öyle... (Bu arada Michelangelo'nun İtalya dışında olan tek heykeli de bu çalışmasıymış.) 



Müze:

Sanat demişken, şehir bu anlamda sizi doyuracak  koleksiyonlara sahip, buna şüpheniz olmasın. 

Church od Our Lady Kilisesi çıkışında Old St.John's Hospital & Memling Museum'u mutlaka gezmenizi öneririm. Saint John's Hastanesi, 12.yy'ın ortalarına kadar uzanan, Avrupa'nın en eski hastanelerinden biri. Bu arada hastanenin eczanesini de sakın ıskalamayın, mutlaka görün..

Groeninge Museum, Flaman Rönesans ve Barok ustalarının tablo ve gravürlerinden geniş bir seçki görebileceğiniz önemli bir adres. Başta Jan van Eyck, Hans Memling, Hugo Van Der Goes olmak üzere nefis tablolara sahip bir koleksiyon.

İngiliz/Belçikalı sanatçı Frank Brangwyn'ın tablolarının büyük bir kısmından oluşan Arentshuis Museum, zarif binası ile yine resim tutkunları için bire bir...

17/18 ve 19.yy.lar arasındaki ihtişamli Brugge tarihini görebileceğiniz Historical Gruuthuse Museum; halılar, vitraylar, ahşap heykeller, tablolar, porselenler, gümüş objeler ve hatta danteller göreceğiniz cezbedici bir müze denebilir. Arkeoloji Müzesi de vaktiniz olur ise gezebileceğiniz şehir müzelerinden bir diğeri..

Alternatif müzelerde ise; Belçika'nın elmas serüveni takip edebileceğiniz Diamond Museum, Patates'ten o leziz "Belgian fries"a uzanan hikayeyi öğrenebileceğiniz Friet Museum, enfes Belçika çikolatalarının hikayesini anlatan The Choco Story ve Belçika birasının imalat sürecini gözlemleyebileceğiniz De Halve Maan'ı tavsiye edebilirim.



Şehrin ikinci önemli meydanı olan Burg Square 12. yy'da Roman ve Gotik stillerinde inşa edilmiş bazilika Basilica of The Holy Blood'a ev sahipliği yapıyor. (Müzesi de mevcut ve içinde -çok acayip olsa da- İsa'nın kanının bulunduğu söylenen bir şişe bulunuyor..) Bu bazilikanin ilgi çekici ön yüzü aslında 16.yy'da iki şapeli (Saint Basil ve Holly Blood) birbirine bağlamak için yapılmış ve koridor bina görevi görüyor.
 
İki ayrı Brugge seyahatinde, bu kilise önünde çekilmiş fotoğraflar benim için çok anlamlı, zira birinde Alpcan aklımda bile yokken, diğerinde yanı başımda duruyor. Sanırım Alpcan ile birlikte yeniden ziyaret ettigimiz şehirlerin en güzel yanı bu detay olacak...

Brug Meydanı'nda City Hall yani belediye binası ve The Old Recorder's House binaları da görülmeye değer. Görkemli Old Recorder'ın hemen sağ tarafından açılan yolu da mutlaka yürümelisiniz.. O yol sizi şehrin balık pazarına ulaştıracak. Yerli halk salı ve cumartesi günleri bu alanda kurulan pazardan taze balık ihtiyacını karşılıyor, biz oradayken de yeni yıl gecesi için hazırlık içindeydiler..

Balık pazarından kanal boyunca devam ederseniz şehrin en eski taş köprüleri olan Meebrug ve Peerdenbrug'a ulaşabilirsiniz..



Zuidzandstraat Brugge'ün ünlü alışveriş caddesi.. Caddede yürürken hem keyifle lokal alışverişler yapabilir hem tarihi binaları izleyebilir hem de kokusuna dayanamayıp satın aldığınız çikolatalarınızı yiyebilirsiniz.. ;) Cadde ve ara sokakları öylesine davetkar kokularla kaplı ki; seyahat boyunca en cok yaptığınız şey çikolata almak ve yemek olacak dersem abartmış olmam..



YEME-İÇME:

Belçika dendiğinde benim aklıma hemen çikolata, waffle, midye ve patates kızartması geliyor. Sanırım sizin de öyledir.. Bu lezzetler bence Belçika mutfağına dair konuşulacak en önemli dörtlü.. Waffle ve patates kızartması kafelerden ya da meydanlardaki küçük büfelerden temin edilerek keyifle ve çoğu zaman yürürken tüketilebiliyor. Belki küçük, ama yürüyerek gezilen bir şehirde waffle için hem ısınma hem de enerji toplama aracı diyebilirim ve yediğiniz en iyi, en gevrek waffle örnekleri de pek ala bu ülke sınırlarında mümkün oluyor. Ukalalık gibi algılanmasın ama ilk Belçika seyahatimiz sonrasında -ki bu yanılmıyorsam 2008 yılı idi- Türkiye'de hiç waffle yemedim, yiyemedim.. Eğer bir gün şehirde Belçika çikolatası ile ve onların çıtırlığında waffle yapan bir işletme açılır ise, ancak o zaman denerim diye düşünüyorum...

Küllahta servis edilen, nefis andalouse soslu ve çıtır çıtır patates kızartmaları ise şehirde açlık geçiştirmenin en en en leziz hali diyebilirim.. Tabi diğer yandan koca bir tencere midye sipariş ettiğinizde de yanında bolca bu patateslerden servis ediliyor. Özellikle yaz aylarında Kuzey Denizi midyeleri bir harika oluyor! Biz genelde beyaz şarap soslu midye tercih ediyoruz, ama arada sebze sulu da denemedik değil.. (Belçika dışında her Paris seyahatimizde de bir öğlen Chez Leon'da şarap soslu midye yerim mutlaka..)

Bu neşeli atıştırmalar dışında Brugge'ün restoranlarında da nefis denemeler yaptığımızı söyleyebilirim. Şehirde görkemli dekorasyonlarıyla birçok iddialı restoran bulunuyor. Önereceğim adreslerin hepsinin lezzeti için kefil olabilirim, ama dekor olarak seçimlerimizin bir parça daha sade olmasına dikkat ettiğimizi de belirtmeliyim. Nedense aşırı Flaman dekorasyonu bir türlü sevemedim ben.. Hem de Rönesans aşığı olduğum halde... 

Restaurant De Wijngaert çok sevimli bir grill restoran. Biz bir öğle yemeğinde tercih ettik kendisini, ama akşam yemeği için de pekala önerilebilir.. Bol bol bira tükettiğimiz, haftalık et ihtiyacımızı bir öğlende mideye indirdiğimiz lezzetli bir yemekti.. 



Akşam yemeklerimizi seyahate çıkmadan evvel rezervasyon yaptırarak garantiye aldığımızı söylemeliyim, zira yeni yıl ve xmas döneminde işi şansa bırakmak son derece yanlış bir hareket olurdu..

Bir akşamımız Jan Van Eyck'te yediğimiz nefis bir yemekle taçlandı, iyi ki de öyle oldu.. Burası çok minik, lokal bir restoran ve müthiş sıcakkanlı insanlar tarafından işletiliyor. İsmi ise bulunduğu meydan Jan Van Eyck'den geliyormuş.. Kesinlikle tavsiye ederim.. 

Alpcan'ın biz yemek siparişimizi verirken şef ile İngilizce iletişim kurmaya çalışması da inanılmaz tatlı bir andı! Canı çok "makanna" çekmişti ve bunu kendi yolunda bir şekilde sipariş etmeyi becerdi.. "pasta? yes? okey!" 



Chambres Hotel'in bünyesinde bulunan ve şehirdeki Michelin tavsiyesi restoranlarından olan Calis kesinlikle notlarınızda olmalı.. Rezervasyon şart bu mekan için..

2020 Revize NOT: Yazıktır ki; yeniden kontrol ettiğimde bir bilgiye rastlayamadım bu restoranla ilgili.. Yer yarılmış da içine girmiş gibi sanki... Kapanmış olmalı ve bu şehir adına hakikaten üzücü.. 



Yeni yıl yemeği için bizim tercihimiz Spinola oldu. Ana yemekte uzuun uzuun ve yavaşça pişirilmiş bir dana etini bira eşliğinde afiyetle yedik, müthiş bir lezzetti.. Bu zarif ve leziz yeni yıl yemeği sonrası, otel odamıza gitmek ve 2013'ü "anne-baba-cocuk" olarak karşılamak hakikaten büyük bir mutluluktu.. (Alpico'nun öğle uykusunu geciktirince, gece uykumuzu daha ileri bir saate atmış olduk ve böylece 2013'ü Alpcan'ın uykulu ama neşeli kıkırdamalarıyla karşıladık..)





Akşam yemeği için gitmeden evvel rezervasyon yanıtı alamadığımız ve orada bulunduğumuz zaman içinde de hiç boş masası olmadığından deneme şansı yakalayamadığımız Restaurant Den Dyner'ı gitmeden bile tavsiye edebilirim; çünkü damak keyfine çok güvendiğim arkadaşlarımdan hep çok iyi yorumlar duymuştum hakkında.. Bir Risotto sever olarak ördekli risottolarını deneyimlemek çok isterdim.. 
Aynı kaderi yazıktır ki Duc De Bourgogne otelinin aynı ismi taşıyan restoranı da yaşadı. Şehre yeniden gider miyiz bilemiyorum, ama gidersek bu ikili mutlaka denenir diye inanıyorum :)  



Belçika ve Bira! 

Söz konusu bira içmekse sayısız bira çeşidi ve markası ile karşılaşacaksınız Belçika sınırlarında.. Brugge'de bira içmenin lezzeti bir tarafa, içtiğiniz tüm biralar kendi markasına ait bardaklarda servis ediliyor.. Bu çok akıllıca bir detay ve insanda farklı mekanlarda, farklı biraları tatma ve markanın bardağını görme isteği uyandırıyor diyebilirim..

Ingiltere'de yayınlanmış bir makalede "Belçika'da yer altından geçen bir bira boru hattı varsa, o borular kesin Bruges kentinde akıyordur.." benzeri bir şey okumuştum. Hakikaten çok yerinde bir benzetme.. 

The Beer Wall aşağıda fotoğrafını da göreceğiniz gibi şehrin kanal kenarında olan en simge birahanesi denebilir.. Bina öylesine güzel ki görsel olarak da en çok karşınıza çıkan Brugge fotoğraflarından biri olabilir kendisi... Bas Des Amis, 't Brugs Beertje ve Cambrinus deneyimlediğimiz diğer tavsiye edilesi birahaneler.. Hatta Cambrinus öyle keyifli ki; bir peynir ve şarküteri tabağı sipariş edip, saatlerce tembellik yapabileceğiniz enfes bir atmosferi var.. Sokak aralarında ya da köşe başlarında ise daha onlarcası mevcut..



Elbette bira kültürünün bu derece gelişmiş olduğu bir şehirde insan tüm bira çeşitlerinin tadına bakmak, keyfine varmak istiyor.. Bu nedenle de size tavsiye edeceğim en iyi şey; özellikle de büyük bir grupsanız Pub Crawl yapmanız.. Yani her mekanda 1'er bira ya da shot alarak barlar arasında hızlıca hop on hop of tur organize etmeniz.. Biz küçük çaplı bir bira turu attık ailece, hem de yeni yıl günü.. Hakemimiz de Alpcan oldu, zira her pub crawl bir aklıselim (alkol içmeyecek) hakeme ihtiyaç duyar.. Bu oyun sayesinde hem çok eğleniyor, hem de biraya karşı dayanıklılığınızı test etmiş oluyorsunuz.. Ben hızlı tüketimin etkisiyle 3. birahaneden çıkarken bayağı bir keyifliydim... ;)

Benim gibi caz müzik dinlemeyi sevenler için bir de wine bar tavsiye edeceğim.. Wijnbar EST. (Braambergstraat 7'de). Bu minicik mekanda, caz saatleri dışında blues ve boogie de dinlemeniz mümkün.

Revize Not 2020: Mekan bir tapas bara dönüşmüş duruyor görsellerde. O nedenle müzik anlayışları nasıl ilerliyor bilemiyorum. ;) 



Çikolata!

Söz konusu çikolata olduğunda elbette onlarca alternatifiniz var Brugge şehrinde.. Büyük ve bilinen markalar yanında, küçük aile işletmeleri ve el yapımı çikolatalar gibi..  Neuhaus, Godiva, Leonidas, Chocolatier Dumon, Mary (kraliyet ailesine buradan gidermiş çikolatalar), Chocolate Line (gastronomik harikalar yaratıyorlar bu dükkanda), Cote d'Or, Galler, Lovells çikolata markalarından en bilineneleri.. Tavsiyem seyahat boyunca bolca denemeler yapmanız ve satın alacaklarınıza ve hediyelerinize öyle karar vermeniz..

Bu arada kökeni Azteklere dek dayanan ve 1700'lü yıllarda bir aristokrasi keyfine dönüşen sıcak çikolata keyfini de özellikle kış aylarında şehirde olursanız sakın atlamayın.. Hoş, sokakları çikolata kokan bir şehirde atlamanız da mümkün olmayacaktır.. (Godiva'nin en eski şubesi olan ve ana meydanda bulunan dükkanında yapabilirsiniz bu denemeyi..) 



Kısa Kısa...

Le Pain Quotidien bir Belçika markası olduğundan Brugge'de de göreceksiniz kendisini.. Eğer kahvaltı ihtiyacınız olacaksa Le Pain bu anlamda ihtiyacınıza cevap verir mutlaka..

Hediyelik eşya konusunda aklıma gelen ilk şey; modern evlerde dahi keyifle kullanılabileceğini düşündüğüm nefis Brugge dantelleri.. Ayrıca şehrin meşhur goblen işlerini de satın alabilirsiniz. Fiyatları biraz yüksek, ama anneniz ya da el sanatlarını seviyorsanız kendiniz için güzel bir hediye olabilir..  Yağmurlu ve kasvetli bir günde pencere önünde oturup goblen işlemek bana çok cazip gelmişti..

Bir de alternatif bir hediyelik tavsiyem daha var; Atelier Galerie Kasper. Bu galeri bir seramik atolyesi ve Mr. Kasper enfes seramik örnekleriyle ziyaretçilerini adeta büyülüyor.. Fiyatları cidden yüksek seviyelerde, ancak bütçenize uygun ufak bir hatıra da bulabiliyorsunuz.. Ayrıca aldığınız ürünün üzerine Mr. Kasper'in imzasını kendi eli ile ve paketleme anında atması bir başka tatlı seyahat anısı oluyor.. 



Romantik bir kanal turu üzerine belki romantik bir fayton turu, bolca çikolata, waffle ve patates (mümkünse andalouso soslu), midye yemek için firsat kollama, şehrin sevimli birahaneleri arasında tüm gün vakit geçirme ve gecenin ilerleyen saatlerinde adeta sessizliğe gömülmüş daracık Brugge sokaklarında kendinizi -klişe olacak ama kesinlikle öyle
-  Orta Çağ'da hissetme duygusu..... 
İşte bunların hepsini keyifle, huzurla ve telaşsızca yaşamanızı dilerim...

Sevgiler
lulu 
x