7 Mayıs 2019 Salı

DUBROVNİK - Şehir Rehberi

Merhaba!

2019 yaz ayları için herkesin tatil planları yavaş yavaş şekillenirken, geçtiğimiz yıl enfes bir yaz tatili geçirdiğimiz Dubrovnik seyahatimizle ilgili detayları paylaşmaya başlamanın tam zamanıdır diye düşünüyorum...

Dubrovnik, aslında coğrafi konumu nedeniyle deniz tatili planlamak için fazlasıyla uygun bir adresken, seyahat severlerin kültür gezileri listesine daha yakın duruyor gibi geliyor bana, zira gördüğüm hemen hemen her Dubrovnik seyahati Karadağ ve Saray Bosna gezileri ile birleştiriliyor ve bu çoklu destinasyon şansı, seyahatlerinde bir taşla birkaç kuşu vurmayı sevenler için oldukça avantajlı bir durum oluyor.. Biz de bu tip bir kültür gezisini 2008 yılı xmas vakitlerinde yapmıştık sevgiliyle.. O dönemler Hırvatistan henüz Avrupa Birliği’nde olmadığından vizesiz ziyaret edilebilen ülkelerden biriydi ve Hırvat para birimi Kuna şu anki kadar değer kazanmamıştı.. Yani kesinlikle ekonomik bir seyahat fırsatı da sağlıyordu.. Şansımıza hava da nefisti ve bu sayede çevreyi gönlümüzce gezip, tarihine de mükemmel bir şekilde yakın durabilmiştik. Ve fakat, seyahat boyunca “burada mutlaka bir deniz tatili yapmalıyız” diye konuştuğumuzu da çok net hatırlıyorum. Dubrovnik kıyıları, Fransız ve İtalyan Rivierası yanında çok daha dar bir coğrafya sayılabilirdi belki, ama diğer yandan da iddialı bir sahil şeridine sahip olduğu ortadaydı...

O seyahat sonrası Dubrovnik kıyılarını her daim aklımızın bir köşesinde tutmaya devam edip, hakkında okumalar yapmaya ve de notlar almaya devam ettik. 2018 yılına eriştiğimizde ise, Agustos ayı tatiline uzun bir süre ayırmak ve şehirde koşturması bol sonbahar günlerine girmeden evvel yazın son uzun tatilini dolu dolu yaşamak istediğimize karar vermiştik.. Daha sonraları araya kısa hafta sonu kaçamakları girebilirdi elbette, ama dinlenmek için elimize geçecek son uzun firsatı kesinlikle incelikle planlamak istiyorduk.

Tatil yerimizin Dubrovnik olacağı netleştikten ve uçak biletlerimiz kesildikten sonra aklımızda ve notlarımızda yer etmiş her detayı, Puglia seyahati sonrası hayatımıza adapte etmeye çalıştığımız “cittaslow” mantığı ile yaşamaya çok kararlıydık... Bu hisler ışığında hazırlandık seyahatimize... Gerçi tatile günler kala bir anda 8 TL’yi gören Euro'nun verdiği endişeyi de yaşadık ama bir noktadan sonra etrafımızdaki karamsar havayı bir kenara itip, tatilimizi planladığımız gibi keyifle yaşamaya ve her anın tadını çıkartmaya karar verdik.. 

Dubrovnik’e THY’nin yaz tarifesi sayesinde çok erken bir saatte ve keyifli bir uçuşla ulaştık. Uçuş rotası hakikaten efsane manzaralara sahipti ve ben yine uyumak yerine bu manzaralara dalıp gitmeyi tercih ettim.. Daha önceki Dubrovnik uçuşumuz kış aylarında olduğundan görsel hafızama kazınan bir manzara olmamıştı, ama artık var ve bu durum benim pek hoşuma gidiyor.. Ayrıca iniş öncesi g
ökyüzünden “yeniden merhaba” dediğimiz şehrin bizi ailece ne kadar heyecanlandırdığını bugün bile resimlere bakınca gülümseyerek hatırlıyorum..



U L A Ş I M

Havalimanı ve Dubrovnik arası araç ile 15/20 dakika kadar sürüyor. Virajları ve daracık yolu saran çevre florası sayesinde müthiş keyifli bir yolculuk diyebilirim kendisine. Bizim transferimizi otelimiz organize ettiğinden Eski Şehir içinde bulunan otelimize ulaşmamız hızlıca ama surlara kadar mümkün olmuştu. Sonrasında surların içinden yürüyerek otelimize ulaştık ve bu kısa yürüyüş, sabah serinliğinde ve işletmelerin sabah telaşında nefis bir ikinci merhaba oldu bizim için.. 

Eğer bi araç kiralaması yapmamış ya da otel transferiniz bulunmuyorsa, havalimanı otobüsleri şehir merkezine düzenli olarak sefer yapıyorlar ve otobüslerin yaz aylarında mükemmel bir zamanlama ve sıklıkla çalıştıkları söyleniyor.

Şehir içindeki transferlerin de çok olay ve sistematik olduğunu söylemek mümkün. Surların ana giriş kapısı olan Pile’nin az ilerisinde bulunan karşılıklı iki otobüs durağından Dubrovnik çevresindeki hemen hemen her noktaya otobüs ile ulaşım sağlanıyor. Elbette yoğun yaz sezonunda caddenin darlığına bir de tur otobüsleri eklendiğinden durak çevresi son derece kalabalık oluyor, ama yine de otobüsler yeni, içleri klimali, ferah ve kesinlikle bir yerden diğerine gitmeyi son derece medeni bir şekilde gerçekleştiriyorlar..

Taksi, mesafeler birbirine oldukça yakın olmasına rağmen pek mantıklı bir tercih değil, hatta pahalı olduğunu rahatça söyleyebilirim. O nedenle mecbur kalmadıkça kullanmanızı önermem. Deniz taksisi ise bir kıyı şehri olmanın tatlı avantajlarından biri olarak pahalı olsa dahi istenildiğinde ve de ihtiyaç duyulduğunda tercih edilebilir.

Dubrovnik çevresinde deniz tatili yapmayı planlayanlar, plajlara ya da limanlara giden otobüsler dışında deniz yolunu çok sık kullanacaklar, bu kesin. Limanlardan tekne kiralamak her daim mümkün. Zaten kıyıları ve çevre adaları tekne ile dolaşmak Dubrovnik ve çevresinde planlanan bir deniz tatili için yapılması mutlak bir aktivite diyebilirim.. Bu gezileri isterseniz tekne kiralayarak kendi özelinizde, isterseniz de düzenli olarak çıkış yapan günlük gezi tekneleri ile yapabiliyorsunuz.. 
Gezi tekneleri yoğun olarak Gruz çıkışlı olsa da Dubrovnik Eski LimanLapad ya da Cavtad bölgelerinden de çıkış yapan tekneler bulmak mümkün.

Araç kiralama ise; deniz ve kültür ziyaretlerini birlikte gerçekleştirecekler için iyi bir fikir mutlaka, ancak bizim gibi yalnızca Dubrovnik ve yakın çevresi odaklı deniz tatillerinde gereksiz bir seçenek bana kalırsa.. 



K O N A K L A M A

Dubrovnik’te konaklama, detaylıca incelenmesi gereken bir konu, zira metrekare küçük görünse de alternatifler çok fazla ve çok çeşitli.. Stari Grad ya da Old Town olarak geçen ve surların içinde kalan eski şehir bölgesinde konaklamak isterseniz yalnızca bir adet beş yıldızlı otel alternatifiniz varken, ev ya da oda kiralaması yapmak istediğinizde irili ufaklı yüzlerce alternatif çıkıyor karşınıza. 
Bu noktada Airbnb için her zamanki gibi en güvenli ev kiralama sistemi diyebiliriz.

Surların içi yerine dışında kalan ya da merkeze yakın olan diğer beldelerde konaklama yapmak isterseniz, yine her bütçeye uygun ev, oda ve sur içinden farklı olarak onlarca farklı otel alternatifiniz de oluyor.. Hatta merkezden uzaklaştıkça kiralanacak evlerin fiyatları bir miktar da olsa azalırken, enfes deniz manzaralarına sahip olma şansınız artıyor.. 



Lapad ve Gruz eski şehre çok yakın olduklarından en fazla tercih edilen konaklama noktalarından ikisi diyebilirim. Özellikle Lapad hem otel hem de ev kiramak için yoğun bir talep görürken, Gruz daha çok ev kiralamaları için uygun diyebilirim. Yukarıda da bahsettiğim gibi şehrin yeni liman bölgesi olan Gruz’dan bolca gezi teknesi çıkış yapıyor. Ziyaretçilerin burayı tercih etmesindeki ana nedenlerden biri bu zaten.. Diğeri neden ise, eski şehre en yakın yerleşim yeri oluşu.. Özellikle yürümeyi seviyorsanız bu durum hiç zor olmayacaktır.. Ayrıca Gruz kıyısı, konaklamadaki yoğunluğu neticesinde lokal mağaza, kafe ve restoranlarla çevrilmiş durumda.. Minik alışveriş pasajları ile de insanı adeta 80’li yıllara ışınlıyor. Kalmazsanız dahi gidip görebilirsiniz bu bölgeyi.

Denize direkt kıyısı bulunan büyük otellerin çoğunluğu ya Lapad ya da Babin Kuk bölgelerinde toplanmış dersem sanırım ki yanıltıcı olmam. O nedenle, plajlı otel aramalarında bu bölgelere odaklanabilirsiniz. Ancak şunu da eklemek gerekiyor ki; ev kiralamalarında evlerin dekorasyonlarında pek zevkli oldukları söylenemez. Daha doğrusu, iyi seçenekler yok değil, ama erken tarihlerde seçilip kiralandığından hızlı hareket etmek şart diyebilirim.

Kale surları hemen dışında kalan yakın çevrede, çok kısa bir yürüyüş ile eski şehre hızlıca ulaşabileceğiniz iki zincir otel bulunuyor. Biri Rixos Libertas Dubrovnik ki kendisi için konumu merkezi ve kumlu bir plajı olmasa da kayalıklar üzerinden denize kıyısı bulunan tek otel diyebiliriz. Bu durum, Dubrovnik’te sahip olunması zor bir özellik ve denize zahmetsizce ulaşabilmek Rixos’u kesinlikle tercih edilir kılıyor.. Ayrıca otelin içinde gazino bulunması da birçok misafir için tercih nedeni oluyormuş, bunu da ekleyelim… Diğer önemli zincir otel ise; Hilton Imperial Dubrovnik. Rixos’a göre eski şehre çok daha yakın ve mimarisi çok daha sempatik olan otel kendi plajına sahip değil ama yakın plajlarla anlaşmalı çalışıyolarmış.

Hotel Excelsior ise, şehrin en popüler otellerinden biri. Manzaralı konaklama açısından da çok iyi bir seçenek kendisi, ancak bütçe açısından zorlayıcı bir tercih.. Bu oteller dışında, eski şehrin dışında kalan ama merkezden de çok fazla uzaklaşmayan ve bütçenizi zorlamayacak farklı alternatifler de bulmanız mümkün.

Konaklamak için Dubrovnik’ten biraz uzaklaşsak da olur diyorsanız; plajdan başka bir aktivitesi olmayan ya da çok daha kısıtlı olanaklar sunan, ama kısa bir yolculukla şehir merkezine rahatça ulaşılabileceğiniz küçük köyleri tercih edebilirsiniz. Daha sakin ve dinlenme odaklı tatillerde bu seçimler kalabalıklardan kaçmak adına iyi birer alternatif olabilirler. Bu tip bir tatil arayışında özellikle Plat ya da birkaç minik çevre aktivitesi de bulunabilen Mlini bölgeleri tercih edilebilir. Mlini; Dubrovnik ve Cavtat arasında minicik, romantik bir balıkçı köyü. Eski şehre 10 km kadar uzakta kalıyor ama korunmuş doğası, yerleşimi ve plajları ile sevilesi bir nokta.

Cavtat yakın çevrenin en sevilen ve en gelişmiş balıkçı köyü. Lapad sonrası en çok tercih edilen konaklama bölgesi burası diyebiliriz. Yalnızca eski şehre Lapad kadar yakın değil kendisi.. Yaz sezonunda otel, ev kirama, restoran ve çevre gezileri organize etme konusunda bir sıkıntınız olmaz bu kasabada. Hatta yaz sezonunda deniz taksiler sayesinde eski şehre gidiş gelişlerinizi de dilediğiniz saatlerde organize edebilir ve otobüslere bağımlı kalmazsınız.

Biz genel olarak seyahatlerimizde Airbnb’den ev kiralamayı tercih ediyoruz, ancak Dubrovnik’te şehrin kalbinde olmak gecelerimizi çok çok rahatlatacağından ve de istediğimiz evi yoğun turist sezonu yüzünden kiralamamız mümkün olamadığından çok yerinde bir kararla eski şehrin tek oteli The Pucic Palace‘da kalmayı tercih ettik. Otel, şehrin tam olarak kalbinde ve ana alışveriş caddesi Stradun’a yalnızca birkaç adım uzaklıktaydı. Yani şehrin kalbinde olmak isterken turnayı tam olarak gözünden vurmuştuk.. Pucic 17.yy’dan kalma Barok bir sarayda hizmet veren butik bir oteldi ve beklentilerimizi eksiksiz karşıladı diyebilirim. Butik bir otelden beklediğimiz en önemli detay olan sabah kahvaltısı her sabah alakart olarak servis ediliyordu ve kahvaltı menüsü de aşırı tatmin ediciydi. Güneş ışınlarının güçlü hissedilmediği sabah saatlerinde, Gundulic Meydanı’na bakan Royal Cafe’de keyifli ve de lezzetli kahvaltı masalarımız oldu. Meydanda kurulan lokal pazarın telaşsız hazırlık ritüellerini izlerken, tezgahlardan masamıza tazecik meyveler de transfer edip sabahlarımızı ve soframızı şenlendirdik.



Bu arada Game of Thrones dizisinin Dubrovnik çekimlerinde ana karakterlerin de otelimizde konakladıklarını öğrendik. Hatta tüm şehirde ciddi bir ticari sektör yaratmış olan diziyi, otelimizin reklam malzemesi yapmamasına başta bir parça şaşırsak da konaklamamız boyunca yaşadığımız deneyimlerle böyle bir bilgiyi reklam malzemesi yapmamalarını da çok iyi anladık..


(görsel otelin web sitesinden..)

D U B R O V N İ K  (Eski şehrin sur içi ve dışı)

Dubrovnik’te surların içinde kalan kısım, şehrin Stari Grad ya da Old Town diye bahsedilen yeri. Avrupa’nın en büyük, en iyi korunmuş ve hatta anıt olarak kabul edilmiş şehir surları, sunduğu pitoresk bakış açısı içimi bu şehre karşı en çok yükselten özellik..

Uçak sonrası valizlerimiz el arabası ile otelimize taşınırken, biz de Pile Kapısı’ndan geçerek, GOT çekimlerinde -pislik- Joffrey kalesine dönerken çıkan ayaklanma sahnesinde kullanılan merdivenleri zarifçe inerek giriş yapıyoruz eski şehre ve 1400’lü yıllarda bir İtalyan mimar tarafından yapılmış Onofrio Çesmesi merhaba diyor bize ilk olarak. Aralık soğuğunda buz gibi soğuk suyundan içtiğimiz çeşmeye, bu kez ağustos ayının sıcaklığına karşı serinlemek için yaklaşıyoruz.





İlk seyahatimizde, çeşmenin hemen sağında gördüğüm iki portakal ağacını yeniden aynı yerde görünce nedensiz seviniyorum. Bu belki de, yaşadığım ülkenin korunamayan doğal güzelliklerinin içimde yarattığı hüzne bağlı buruk bir sevinç….

Çeşmenin karşısı gibi kalan, surlara çıkış merdivenlerinin hemen yanındaki St.Saviour Church kilisesi ile göz göze geliyorum sonra. Bu yapının büyük Dubrovnik depremi sonrası hayatta kalanlar için minnet duygusuyla yapılmış olduğu gibi bir bilgi var aklımda kalan, ama tamamen yanlış da olabilir diye bakıyorum telefonuma. Oley, doğru hatırlamışım! Hatta üzerine şehrin ilk kapsamlı Rönesans yapısı olduğunu da okuyorum ve erken bir Rönesans eseri ile bakışmak hoşuma gidiyor.





Kiliseyi geçince, insanların üzerinde durmak için çabaladığı ve bu çaba sırasında çok da eğlendiği minik su oluğuna kayıyor gözüm. İnanılan hikaye; 
olukların üzerinde ayakta duran kişinin dileğinin kabul olacağı yönünde (tamamen turistik bir hikayedir belki ama inanmak ve enerjinizi o düşünceye yoğunlaştırmak bence hiç fena bir fikir değil).

Hikayeden bağımsız tatlı bir eğlence durağı bence burası, zira oluk üzerinde durmak neredeyse imkansız. Her geçişte çocuklarla birlikte deneme yaptığım ve yalnızca birkaç saniye durabildiğimden, tavsiyem şansınızı çıplak ayak ile denemeniz..

Pila Kapısı, Onofrio ÇesmesiSt.Saviour kilisesi derken, bir önceki seyahatten “Avrupa’nın en eski eczanesi” olarak yer etmiş manastır ve içindeki eczane geliyor hatırıma. Yine telefonuma dönüyorum ve manastırın isminin -bir süredir Ortaçağ konusunda detaylı bir araştırma yaptığımdan bana daha da anlamlı gelen- Franciscan Church and Monastery olduğunu öğreniyorum.. Geceleri önünde müzisyenlerin sıralandığı nefis ve kocaman bir duvarı var manastırın. İçininse bir vaha olduğunu hatırlıyorum bir önceki seyahatten, ama bu kez pek oralarda değil aklım.. O yüzden de seyahat boyunca yanlarında hep sevgiyle geçip gidiyorum..



Yaklaşık 2 km uzunluğunda ve yer yer 20 mt yüksekliği bulan surların çevrelediği şehrin ana caddesi; Stradun. Yalnızca gün doğumundan evvelki saatlerde boş görmenin mümkün olabildiği ve beni her gördüğümde heyecanlandırmaya devam eden uzun ve geniş bir cadde burası. Dubrovnik’te hayat; bu ana caddenin mermer kaplı zemininde, ana caddeyi kesen daracık ara sokaklarında ve o daracık sokaklardan köseyi dönünce karşınıza çıkıveren minik meydanlarda akıyor..

Ana cadde; karşılıklı hediyelik eşya dükkanları, butik giyim mağazaları (nitelikli butik ve tasarım dükkalarını bulmak için Stradun yerine Ploce kapısına doğru yürümenizi tavsiye ederim), galeriler, kitapcilar, kafe, dondurma ve çikolata dükkanları ile çevrelenmiş durumda.. Otel yolunda sakin sakin bakınıyoruz efrafımıza ve son on yılda caddenin yaşadığı ufak tefek değişimleri anlamaya çalışıyoruz. İlk dikkatimi çeken, evimize zarif mumlar aldığım dükkanın artık orada olmayışı.. İşte bu hakikaten beni üzüyor...  



Caddenin sonu bir meydan. İsmi Luza Square, ve bu meydan eski şehrin tam olarak kalbi kabul ediliyor.. Tarihi binalar ile çevrelenmiş meydanda, bazı geceler Barok bir güzel olan St. Blaise Kilisesi merdivenlerinde amaçsızca oturup, çocukların etrafta koşturmasına ve hatta kilise duvarlarına tırmanmalarına izin veririz diye planlıyoruz sevgiliyle.. Hakikaten birçok akşamımızda da yapıyoruz bunu ve bu sayede şehir yaşamını keyifle gözlemleyebiliyoruz.

Hatirliyorum da... Bu merdivenler xmas vakti de çok güzel süslenmişler ve önünde gösteriler düzenlenmişti. O zaman da merdivenlerde oturup, öğle güneşi altında ısınmaya çalışırken gösterileri izlemiştik sevinçle..

St. Blaise’in çaprazındaki The Clock Tower Stadun’dan yürüdüğümde varmayı en sevdiğim, her sesini duyduğumda yakınına gitmek istediğim bir yapı. Bazı geceler kilise önündeki Orlando Sütunu’na dayanıp, gece yarısı olduğunda çanların 12 kez çalınışını da dinledim çok şükür.. Birçok insana önemsiz gelen ama beni yaşadığım hayata dair daha da tutkulu bir insan yapan bu detayları çok seviyorum gerçekten..







St. Blaise Klisesi'ni geçip hemen sağa döndüğünüzde karşınıza çıkan ve ana giriş kapısındaki merdivenlere oturmaya bayıldığımız bir diğer tarihi yapı ise Dubrovnik Katedrali. 12.yy'da inşa edilip yine deprem sonrası yenilenen yapılardan biri kendisi ve bu merdivenlerde de nefis alılarımız oluyor tatilimizin sonunda.. 

Rektörler Sarayı (GOT 2.sezonda, tam bu merdivenlerde Dany dar denizi geçmek için Spice King’den gemi talep ediyordu), ve hem Rönesans hem de Gotik dönemden izler taşıyan Sponza Sarayı’nı yeniden görmek de başka bir sevinç elbette.. Bu iki güzelin önünde yaşayacağımız olası Dubrovnik Yaz Festivali programları da bizim gibi tarih ve müzik tutkunu bir aile için pek heyecanlı…





Eski şehir içinde göreceğiniz yapıların çoğunda Barok bir hava var genel olarak. Buna ilk seyahatte çok dikkat etmemiş olmama şaşırıyorum gerçekten. Sonradan okuduğum metinlerden öğreniyorum ki; 16.yy’da şehirde yaşanan yıkıcı deprem, Rönesans ve Gotik mimariyi ciddi ölçüde tahrip etmiş ve tahrip olan yapıların hepsi yeniden ve bu kez döneme hakim olan Barok tarzında yenilenmişler. Sponza Sarayı ise, bu yıkıcı depremden çok çok az etkilenmiş olduğundan mimari olarak şehrin Rönesans dönemi eserlerinin en kıymetlisi olarak kalmış..

Biz eski şehre Pile Kapısı’ndan geçerek girmeyi seviyoruz, ama onun dışında şehirde üç devasa kapı daha bulunuyor. Ploce, Peskarija ve Ponta.

Ploce, gün boyunca şehre araç giremediğinden, sabah erken saatlerde gerekli ihtiyaçların girişi için kullanılıyor, zira kendisi Pile’nın aksine merdivensiz giriş konforuna sahip. Pile ve Ploce kapıları asma köprüler ile sur içine bağlanırken, diger ikisi eski şehir limanına açılıyorlar.. Hakikaten çok tuhaf bir his veriyor insana bu kapılardan yürüyüp geçmek. Özellikle de şehir uyurken yapılan yürüyüşlerde farklı bir döneme ışınlanmak gibi bir his....





Ploce'den eski şehre giriş yaptığınızda gözünüze değecek “neredeyse dörtgen” biçimli güzellik Revelin Kalesi oluyor (“neredeyse” yazınca da aklıma hep Harry Potter kitabındaki karakterlerden “Neredeyse Kafasız Nick” geliyor). 
Öyle önemli bir savunma noktasıymış ki bu kale, inşaatı çok uzun sürmüş ve 1600’lü yıllardaki büyük depremde zerre zarar görmemiş. Sonra da idari merkez olmuş ve şehir hazineleri hep burada korunmuş. Günümüzde kalenin bir bölümü çılgın tekno partileri düzenleyen bir gece kulübü olarak (Club Revelin) kullanılıyor. Kulübün bizi yeniden 90’lı yıllara götüren a-acayip bir eğlence anlayışı var. İlk gördüğümüzde burun kıvırmış olsak da, gittiğimiz geceler kulüpten ancak hava aydınlanırken çıkabildik...

Dominican Monastry’e ait zarif basamaklar GOT dizisi çekim yerlerinden biri olarak pek ünlü (manastırın sokağında GOT dizisinin pazar sahneleri çekilmiş, merdivenlerinde ise Kral Joffrey'e karşı bir protesto konuşması yapılmıştı).. 
Son derece yalın bir mimariye sahip bir manastır kendisi. Aslında bu yalınlık geçmişteki stratejik konumu nedeniyle bilinçli yapılmış bir hareketmiş meğer. Manastırın içi, dışına göre daha şatafatlı ve güzelliği de avlusundaki sarnıçtan geliyor. Ayrıca içindeki yeşil alan da kesinlikle görülmeli diye düşünüyorum. O nedenle, eski şehir sokaklarında dolaşırken asla ıskalanmaması gereken bir güzellik olarak not alabilirsiniz kendisini. Bu arada yaz festivalinde de kullanılan bir konser mekanıymış manastır avlusu, ama biz oradayken bir konser organizasyonu yoktu ne yazık ki.



Pile’den eski şehre giriş yapmadan evvel bir balkondaymışsınız hissi ile denize doğru bakılan teraslı bir meydan bulunuyor. Bu meydandan görünen silindir şeklindeki yapı Bokar Kalesi. Bokar, zamanında Pile Kapısı’nın korunmasından sorumlu bir kaleymiş. Şimdilerde ise, şehrin en kalabalık yeri olan teraslı meydandan resmi çekilen bir güzellik yalnızca.. İyi ki de öyle… (Bokar Kalesi ve hemen yanı başında olan Pile koyu birçok GOT bölümünde kullanıldılar. Mesela 7. sezonda Cercei ve Jamie’nin Demir Filo’nun gelişini izledikleri an ya da Myrcella’nın Dorne’a gönderilişi ve geri gelişinin beklenişi hep bu kale etrafında çekildi)

Teras alanındaki restoran ve kafelerde Bokar'ı seyre dalan birçok kişi göreceksiniz. Ben de sessizlik içindeki bir sabah yürüyüşümde kaleye doyasıya bakıp, altından bir bağlantı tüneliyle geçen denize odaklanıp, ne kadar da güzel olduğunu düşünmüştüm. Oysa bir önceki seyahatte azgın Adriyatik dalgalarından ürktüğüm için manzarayı bu kadar keyifle izleyemediğimi çok net hatırlıyorum.. 

Şehrin en bilinen görüntülerinden bir diğeri Minceta Kulesi. Bulunduğu yüksek nokta nedeniyle özellikle karadan savunma anlamında şehir için önemli bir yapıymış zamanında. Şimdilerde ise şehir manzarası için kullanılan turistik bir aktivite.. Surların bir ucu Minceta iken, diğer ucunda da Aziz John Kalesi (Mulo Kulesi) bulunuyor ve artık Denizcilik Müzesi olarak kullanılıyor. Erkenden uyanıp, şehri benim gibi sessizlikler içinde yaşamak isterseniz, dev şehir kapılarından geçerek bu yapılara daha da yakınlaşabilirsiniz. (Minceta’da olduğunuzda Dany’nin duvarlarda geçiş yeri aradığı sahneyi hatırlayın mutlaka..)

Surlardan baktığımda gördüğüm enfes mavilik ve ağır savaş günleri sonrası onarılmış kırmızı çatıların muazzam görüntüleri dışında fotoğraflamayı en sevdiğim nokta 
Eski Şehir Limanı. Bu yüzden de limana hem gece hem de gündüz kerelerce yolumuzu düşürdük diyebilirim. Tekne ile limandan denize açıldığımız günlerde ve bu gidişlerin limana geri dönüşlerinde ise doyasıya izledim liman çevresinin detaylarını.

Porporela diye bahsedilen limanın dalgakıranı üzerindeki yürüyüş yolunda, sayısını hatırlamadığım kadar çok yürüdük ve bir parça romantik duygularla sevgiliyle birbirimize daha sıkı sarıldık bu yolda. Kalabalık akşamların birinde çevredeki müziklere eşlik edip dans ettik çocuklarla. Kale surlarına tırmanmaya çalışıp saçmaladığımız zamanlar da oldu, ama en çok etraf sakinken sanki bir başka zamana ışınlanmışız duygusuna kapılmayı sevdik.. Galiba bu kez bu şehirde en sık da bu duyguyu yaşadık…



Limanda bulunan ve önceki seyahatimizde minnacık bir lokal restoranken damağımızda bıraktığı enfes hisler yanında, ruhumuzu da fazlasıyla tatmin eden Lokanda Peskarija‘nın devasa büyütülmüş haline bir miktar içerledik. Fazlasıyla da turistik bulduk yeni mekanı, ama şehre olan talep sonrası bu değişimi, anlayış göstermek gereken bir gelişim olarak algıladık.. Ancak, yüksek tavanları ve aşırı gösterişli mobilyalarıyla (oymalar, gemi iskeletleri, halatlar vs..) donatılmış aşırı itici mekan Gradska Kavana Arsenal Restaurant’ın yenilenmiş görüntüsünü bu kez pek sevdik. İç bölümü, geçmiş zamanlarda kullanıldığı gibi bir tersane olarak korunmuştu, ama dışı daha ferah, modern ve sade bir görünüme kavuşmuştu. Restoranın limana açılan kısmı yine turistik gibi dursa da, eski şehre açılan bölümünde oturmak kesinlikle keyifliydi...



Jesuit Stairs GOT’daki Cersei kızımızın “walk of shame” yani utanç yürüyüşünü yaptığı merdivenler.. Boş ya da sakin yakalamanın pek mümkün olmadığı merdivenleri fotoğraflamak için yapılacak en doğru hareket; sabah erkenden sokaklara çıkmak. Aslında merdivenlerin bu denli kalabalık ve popüler olması yalnızca dizi kaynaklı değil. Merdivenlerin fazlasıyla merkezi bir meydan olan Gundulic’in hemen üst tarafında oluşu, çevresinin restoran ve kafeler ile kaplı olması ve ayrıca da bu şehirde soluklanmak için merdivenlerin en ideal nokta kabul edilişi bu kalabalığın ana nedenleri diyebiliriz.

Gundulic, sabah erken saatlerden öğlene dek kurulu kalan lokal sebze/meyve pazarı sayesinde akşam saatleri kadar olmasa da genelde kalabalık oluyor. Yalnızca öğleden sonra 2 ve 4 saatleri arasında aşırı sıcak nedeniyle herkesin kendini deniz kıyısına atması sonrası sakinleşiyor diyebilirim. Elbette meydanı kalabalık saatlerde görmek bir başka lezzet, ama en en en iyi tavsiyem; sabah erkenden burada olmak ve pazarın kurulumunu gözlemlemek diyebilirim..

Jersuit Stairs sonrası Church of St. Ignatius of Loyola‘ya ulaşıyorsunuz. O da şehrin kıymetli kiliselerinden biri ve iç kısmı nefis Barok freskler ve Aziz Ignatius'un yaşamından sahnelerle süslenmiş durumda.. Akşamları merdivenleri çıkıp, Loyola'nın hemen karşısındaki restorandan gelen klasik müzik eserlerini dinleyerek kilisenin dev kapısı önünde etrafı seyre dalmak hakikaten keyifli..



Genel hatları ile şehir bu notları içeriyor benim için...
İkinci postta alternatif çevre gezileri, plajlar ve yeme-içme olacak muhtemelen.. ;)

Sevgiler
lulu
x

Post 2: Dubrovnik - Alternatif Geziler
Post 3: Dubrovnik - Yeme-İçme rehberi
Post 4: Dubrovnik - Plajlar ve Riviera

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder