27 Ocak 2017 Cuma

MONACO VE OCEANOGRAPHIC MUSEUM - Anne Çocuk Tatili Vol.5

Selam yeniden!

Şehirdeki dördüncü günümüz yine erken ve elbette yine heyecanla başladı.. Bu kez planımız; Monaco’da askerlerin nöbet değişim törenlerini izlemek, The Oceanographic Museum (Musee Oceanographique) ziyareti ile Alpico'nun su altı dünyasıyla olan ilişkisini kuvvetlendirmek, Monte Carlo semtinde F1 pilotlarının ağlattığı yollarda lastik izlerini takip etmek ve ünlü kumarhaneler meydanında Cafe de Paris yaramazlığı yapmaktı. Arada deniz keyfimiz de olacaktı pekala... Tüm bu planlar içinde Cafe de Paris kısmı beni de heyecanlandırıyordu açıkçası, zira burada görsel olarak aşırı güzel dondurma kokteylleri servis ediliyordu ve Alpico'nun siparişi önüne geldiğinde gözleri adeta ışıldayacaktı.. 

Sabah kahvaltı rutinimizi; La Fougasserie’den baget ve kruvasan, Cours Saleya‘dan taze meyve alarak yine Nice'in taşlık plajında yerine getirip, bu kez denizde hiç ıslanmadan yolumuza koyulduk. Monaco'ya tren ile gitmek otobüsten çok daha hızlı bir tercih olduğundan Gare de Nice Ville'e yürüyüp, şehre tren yolu ile ulaştık. Daha önceki seyahatimizde bir dağın içine saklanmış Gare de Monaco Monte Carlo'dan dışarı çıktığım ilk an, tarifsiz bir mutluluk hissetmiştim. Hatta beni tanıyanların "bu tam bir Lulu pozu" dedikleri kendime göre ikonik sosyal medya fotoğrafım o an çekilmişti.. Tren garından çıktığımızda o an'a ışınlanmak ve o an’ı yeniden yaşamak benim için harikaydı.. Durup Alpcan’a o fotoğrafımı gösterdim, gülümsedik ikimiz de. 


(2013 Temmuz)

Monaco’nun oldukça küçük bir yerleşimi olduğundan tüm şehri/ülkeyi yürüyerek dolaşmak çok akıllıca bir iş oluyor. Bunu bir önceki seyahatten bildiğimden, Alpico ile gayet rahat ve telaşsızca hedeflerimize doğru yol aldık. (İşte bu tip geçmiş zaman deneyimleri beni konforlu hissettirdi.. Yepyeni ve daha önce gitmediğim bir yerde olsaydık bir miktar hazırlıksız olabilir ve çeşitli aksiliklere tek başıma göğüs germek beni yorabilirdi..) 

Ara sokaklarda dolanırken saat 11:55'te Prens Albert'in sarayının önünde gerçekleşecek saray muhafızlarının nöbet değişim törenini yakalamak için vaktin nasıl geçtiğini anlamadık bile.. Vakit yaklaşınca şehrin tepelik kısmına doğru tırmanışa geçtik. Alpico'nun bu seromoniyi izlemesini çok istemiştim, o yüzden zamanı tam olarak tutturabilmemiz harika oldu. Gerçi yokuşlu yürüyüş sıcak hava yüzünden bir miktar zorladı bizi ama bol su ve marinanın fotoğrafını çekmek için soluklandığımız noktalar işimizi kolaylaştırdı diyebilirim. Bu arada Hercules olarak bilinen Monaco Limanı doğal bir koy ve Fransız Rivierası'nın sayısı az olan derin su limanlarından biri. Zaten bu nedenle Cote d'Azur kıyı şeridinde görebileceğiniz en büyük yat ve cruise gemileri (300 mt'ye kadar) Hercules Limanı'nda demirliyorlar.

Yorucu yürüyüşümüz sonrası asker değişim törenini ilgiyle izleyip, sarayın önünden kısa bir yürüyüş ile önce Monaco Katedrali ve sonrasında da hedef müzemize ulaştık. 



The Oceanographic Museum; 1910 yılında reformcu yönüyle tanınan Prens Albert tarafından kurulmuş. Akdeniz Bilim Komisyonu ve Okyanus Bilimleri Enstitüsü tarafından desteklenen bir organizasyonu var müzenin.. Amaçları, halkı deniz ve okyanuslar hakkında daha bilinçli kılmak. Müze, bir uçurumun kenarına yani denizin yanı başına inşa edilmiş çok çarpıcı güzelliğe sahip bir binada bulunuyor. Binanın tamamı müze olarak hizmet veriyor ve içinde hemen hemen merak ettiğiniz tüm deniz canlıları hakkında detaylı bilgiler bulmanız mümkün.. Bu bilgilere görsel, işitsel, kitabi ya da bazılarına temas ederek ulaşabiliyorsunuz.

Çocuğunuzun ilgi alanına göre hareket ederseniz müze elbette çok daha keyifli bir hale geliyor.. Bizim gezimizin baş kahramanları; denizatları, kaplumbağalar ve köpek balıkları oldu, ayrıca deniz hayvanlarının iskeletlerine ve geçmiş dönemlerde onları avlamak için kullanılan aletlere de fazlasıyla ilgi duyduk diyebilirim. 







Müzenin ilk katında Prens Albert'in araştırma çalışmaları ve bir gemi içine inşa edilen laboratuvarını görebiliyorsunuz. Bu gemide yapılan araştırmaların başında bulunan Dr. Charles Richet 1913 yılında Nobel Tıp Ödülü kazanmış bir bilim insanı. Müzenin en alt katında bulunan akvaryum, Akdeniz ve tropikal bölgelerdeki ekolojik sistemi anlamak için oldukça kıymetli bir bölüm.. Eğer müzenin sakin olduğu bir gününe denk gelirseniz bu bölümden maksimum derecede zevk alabilirsiniz.. Çatıda bulunan teras katı ise; kaplumbağalar, Akdeniz manzarası ve çocuk oyun alanına ayrılmış durumda. Çocuklar oynarken, büyüklerin oturup dinlenebileceği bir kafesi de bulunuyor.

The Oceanographic Museum'un gerçekten etkileyici bir müze deneyimi olduğunu söyleyebilirim. Hayvanat bahçesi gezilerine karşı olduğumuzdan, bu derece bilgilendirici bir deneyim yaşamak ikimize de iyi geldi ve öğrendiğimiz yeni bilgilerle mutlu bir şekilde ayrıldık müzeden. Hele ki; küçük bir köpek balığının kuyruğuna dokunabilmiş olmam günün en heyecan verici anıydı ve günün kalanında bu deneyimden sıkça söz ettik.. 

Bu arada elbette kapitalist düzen bu müzede de peşimizi bırakmadı.. Müze çıkışında insanı alışverişe zorlayan oldukça davetkar bir hediyelik eşya mağazası bulunuyor. Biz de bu davetkar mağazaya karşı duramayıp iki ufak hatıra aldık kendimize.. 

Bu arada müzenin ilk müdürünün okyanus uzmanı, asker ve aynı zamanda yönetmen olup çevre ve okyanusları korumak için mütiş işler yapmış olan 
Kaptan Cousteau olması da müzeye dair gülümsetici bir bilgi olarak burada dursun.. Neticede kendisi çocukluğumuzun efsane kaptanı.. Ayrıca Friends dizisi tutkunları hatırlayacaktır, bir bölümde, yanılmıyorsam 6. sezonda, şapşik Phoebe'miz aşık olduğunu düşünmüştü kendisine.. :)

The Oceanographic Museum, F1'in düzenlendiği hafta sonları ve Xmas vakti haricinde her gün ziyarete açık. Saatleri ise şu şekilde belirlenmiş; 

Nisan - Haziran 10:00/19:00 
Temmuz - Ağustos 09:30 / 20:00 
Ocak-Mart / Eylül-Aralık 10:00 / 18:00  

Bonus Bilgi: Jacques-Yves Cousteau'nun müthiş belgesellerinden Le Monde du Silence (Sessiz Dünya) ve World Without Sun (Güneşsiz Dünya)'yı da izlemenizi ayrıca öneririm.. 








Aslında hemen müzenin çıkışında ziyaret edebileceğiniz egzotik bir bahçe bulunuyor, ancak hava gerçekten çok sıcak ve bizim aklımız denize girmek, F1 pilotlarının izlerini takip etmek ve sonra da dondurmamıza ulaşmakta.. O nedenle de birkaç keyifli fotoğraf çekip kendimizi parkın içinden yavaşça limana doğru bıraktık Alpico ile.. Marinaları aşırı sevdiğimden burada yürüdüğümüz anlar sıcağa rağmen beni çok mutlu etti. Limanı geçtikten sonra United Legend's Footprint yani dünyaca ünlü sporculara ait ayak izlerini Alpcan'a gösterme planım da yolunda gitti ve yürüyüşümüz daha eğlenceli bir hal aldı.. Bir Türk sporcusunun da ayak izi ile karşılaşan Alpcan pek şaşırdı.. Ayak izleri sonrası ulaştığımız şehrin ana plajında bir mola vermek de iyi bir fikir oldu açıkçası; zira Alpcan'a deniz, bana da bira ve patates ikilisi ilaç gibi geldi..

Alpico kuruduktan sonra beş yaşındaki yol arkadaşım için bir miktar uzun, dik ve yorucu bir yürüyüşle F1 yollarından geçerek Monte Carlo casinolar bölgesine, yani Place du Casino'ya ulaştık. Lüks otomobiller, oteller, kumarhaneler ve etrafı gözlemlemek adına insanların yer bulmak için uzun sıralar oluşturduğu Cafe de Paris artık karşımızdaydı! 2015 yılı Sicilya seyahatinde uluslararası Ferrari toplantısına denk geldiğimizden ve sayıları yüzü bulan renk renk Ferrari modellerini 
(yazar burada abartmıyor) daracık Taormina sokaklarda gördüğünden, sayısı çok az olan lüks arabalar Alpico'yu pek etkiledi diyemem.. Az olduklarını düşündü hatta.. Ama Cafe de Paris'te soluklanmak ve yaramazlık yapmak düşündüğüm kadar şahane oldu. Dondurma kokteyli, o küçük güzel gözlerini, gamzeli yüzünü mücevher gibi parlattı diyebilirim.. 









Günün sonunda Nice'e döndüğümüzde biraz dinlenip, rezervasyonumuzu seyahat öncesi yaptığım Le Plongeoir'de akşam yemeğimiz için hazırlandık. Gün boyunca elle tutulur bir şey yememiş, daha çok açlığımızı geçiştirip yaramazlıklar yapmıştık ve bu şef restoranının menüsünü deneyimlemeyi çok haketmiştik.. Le Plongeoir
şehrin romantik adreslerinden biriydi, manzarası şahaneydi ve şansımıza o akşam neredeyse dolunay da vardı.. Küçük yol arkadaşımla aşırı lezzetli bir yemek yedik ve gerçekten harika bir gece geçirdik burada..

Serinin diğer postları; 
Vol.6: Musee Marc Chagall ve Musee Matisse 
Daha önceki seyahatimizden Monaco şehir rehberi ise şurada.

Sevgiler
lulu
x

19 Ocak 2017 Perşembe

EZE VILLAGE - Anne Çocuk Tatili Vol.3

Selam!

Anne-Çocuk seyahatimizde Seyahat Planları ve Villefranche postları sonrası bu kez sıra Eze Village serüvenimizde.. 

Şehirdeki üçüncü günümüze yine aynı heyecanla ve erkenden uyanıp, sabah kahvaltı rutinimizi La Fougasserie’den baget ve kruvasan, Cours Saleya pazarından taze meyve alarak Promenade de Anglais üzerinde bulunan ikonik mavi banklarda ve denize karşı yerine getirdik.. Sonra da Linges D’azur’un 82 numaralı otobüsüne atlayıp, Eze Village’e giden kısa yolumuza yine Riviera'nın enfes görüntüleriyle koyulduk.. Bıdı bıdı konuşurken yol hızlıca akıp gitmişti.. 



Eze, seyahat hayatımız içinde “evet biz burada yaşlanırız” dediğimiz birkaç adresten biri. Bir Orta Çağ kasabası ve bulunduğu rakım nedeniyle Cote d’Azur kıyı şeridinin oksijen merkezi kabul ediliyor kendisi.. Daha önceki seyahatimizde kasabaya girer girmez Eze'in bilinçli nefes almak, yazmak, okumak ve meditasyon yapmak için ne kadar huzurlu bir doğal ortamı olduğunu düşünmüştüm. O hisleri bu seyahatte de aynı şekilde kendime hatırlatıp durdum.. Hatta Alpico’ya, “kayalık bir zemin ve surların içi hep merdivenli, ama burada yaşarsak hiç şikayet etmeyeceğim” de dedim. Karşılık olarak “ben de etmem, her gün denize gideriz” dedi.. Çocuk işte..

Kasabanın daracık taş sokakları, lezzetli lokal restoranları, minik değil minnak denecek kadar şirin kafeleri, içinde zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığınız sanat galerileri, seramik dükkanları, 
surların içinden enfes manzaralara açılan sur pencereleri ve her gün gitsem bıkmayacağım nefis bir plaj işletmesi bulunuyor sahilinde.. Surlar içinde yürürken, Patti Smith’in gitmeyi adet edindiği meşhur kahve dükkanı gibi, ben de bu kasabada bir mekan bulup her gün aynı köşeye sığınabilirim ve yazar okurum diye düşündüm o an... Ayrıca Alpcan’ın da dediği gibi deniz her daim yanı başımızda olacak… İster kuş bakışı izler ister yanı başına inerim.. Nefis!

Hayaller bir yanda gerçekleşmek için sıra bekleyedursun….. Eze, deniz seviyesinden yaklaşık 450 mt yukarıda kaldığından kendisine “kartal yuvası” diye bir benzetme yapılmış. Bana kalırsa seyrine doyum olmaz manzaralarıyla bu kasaba Antik Dönem tanrılarının dünya yüzeyine saçtığı cennet parçalarından biri.. Hakikaten nadide bir güzelliği var ve insan kasaba sokaklarında dolanırken kendini tarifsiz huzurlu hissediyor.. 

Kasabada görülecek yerleri sıralamak yerine sokaklarında sakince dolaşmanızı, sanat galerini dolaşmanızı, her fırsatta manzaranın tadını çıkartmanızı tavsiye edebilirim ancak... Yürümenin bir felsefesi olduğuna inanarak, sonsuz bir minnetle hem de... Yorucu, ama ruha heyecan veren bir yürüyüş sonrası kasabanın en tepe noktasında bulunan Jardin Exotique bahçeleri ziyaretini de yapabilirsiniz böylece. Bahçede nadide bitki türleriyle ve envaiçeşit kaktüs ile tanışıp, sonrasında bir taş üzerine yerleşip, havanın sıcaklığına da aldırmadan dakikalarca etrafı seyre dalabilirsiniz, zira nefes kesici bir manzarası var gözünüze değecek.. Ayrıca, bahçe içinde bulunan Jean-Philippe Richard ellerinden çıkmış ve Yeryüzünün Tanrıçaları olarak adlandırılmış heykeller de hayranlık uyandırıcı.. Özellikle körfez manzarasına karşı duran ve Tanrıça Isis’e adanmış olan heykel çok etkileyici diyebilirim.

Alpico ile havanın olağan dışı sıcağına aldırış etmeden; bitkilere, heykellere, manzaraya kayıtsız kalamadık biz de ve yaklaşık 45 dakikamızı bu masalsı ortamda geçirdik.. Arada da bolca fotoğraf çekinip anılar biriktirdik..

 










LEZZET:

Surlara doğru yol alırken, kasaba meydanına yakın Le Pinocchio isimli bahçeli restorana kısa ve hafif bir yemek yemek için girdik Alpico ile.. Aslında kahvaltının üzerinden çok zaman geçmemişti ama öğle yemeğimiz gecikecek gibi duruyordu ve bunu bir önlem olarak düşünmüştük, ancak restoran bizi pek cezbetmedi.. Yemek yerine sıcağa karşı buz gibi ev yapımı limonata içmeyi tercih ettik, çok da iyi geldi.
(Adres: 1 Avenue du Jardin Exotique)

Daha sonra surlarının içinde dolanırken, Jardin Exotique bahçelerine girmeden evvel ise hemen sağ yanınızda kalan Deli Salads Bar & Olive Oils Shop gözümüze öyle güzel göründü ki; uzun ve yorucu bir tırmanış yaptığımızdan bu minicik ve huzur kokan mekanda detoks karışımları içerek hem su ihtiyacımızı giderdik hem de soluklandık.. Bu içecekler bize sıcakta iyi gelmiş, Alpcan'a anlata anlata bitiremediğim restoran için bekleyebilme enerjisi de katmıştı. Gelip geçen ama artık köyün en yüksek noktasına neredeyse varmış olan yorgun insanların suratlarını okuduk Alpico ile.. Yüz ifadelerine göre "içinden ne geçiriyor?" tahminlerinde bulunup, şapşalca gülüştük.. Güzel bir oyundu. 

Eğer hem soluklanıp hem de manzara eşliğinde yemek yemek isterseniz, bir Orta Çağ şatosundan otele dönüştürülmüş Chateau Eza’nın kafe ya da restoran kısmını tavsiye edebilirim. Yemek için başka bir planımız olmasaydı eğer, öğle yemeğimizi sanırım burada alırdık... (Chateau Eza’nın restoran kısmı için rezervasyon şart, kafesinin ise sirkülasyonu daha çok olduğundan rezervasyonsuz yer bulunabiliyor.)

Çıtayı daha da yükseltmek, romantik ve nitelikli bir yemek yemek isterseniz; Hotel Cherved’Or oldukça iyi bir öneri.. Notlarınızda mutlaka bulunsun.. 


Eze kasabasının bu kadar huzurlu bir yer olması ve havasının temizliği önemli sanatçıların da ilgisini çekmiş elbette.. Ünlü yönetmen Alfred Hitchcock, To Catch a Thief filmini bu kasabada çekilmiş mesela.. Romantik bir gerilim için kasabanın iyi bir tercih olduğunu sokaklarında dolaşırken anlayabiliyor insan. Bir diğer ünlü kişi ise, kasabanın bir dönem sakini de olmuş Nietzsche. Yazar ve düşünür Nietzsche, hayatının bir bölümünü sağlığının yolunda gitmemesi nedeniyle burada geçirmiş, hatta Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabının bir bölümünü de bu köyde yaşadığı sırada yazmış.. Kasabada, yazarın bu kitabını kaleme aldığı patika yol şimdilerde nitelikli bir turistik aktiviteye dönüşmüş durumda. Zaten bizim de Eze kasabasını yeniden ziyaret edişimizin asıl nedeni bu yol... 

Kasabanın ana meydanından surlara doğru çıkarken hemen Hotel Cherved’Or’un sol yanında kalan minik bir patika yol göreceksiniz. Yolun girişinde CHEMIN Frederic NIETZSCHE yazılı bir tabela bulunuyor ve işaret ettiği yol sizi çeşitli dinlenme noktaları beraberinde Eze Sur Mer’e, yani Eze kasabasının sahiline ulaştırıyor.. Yaklaşık 1,5 saat süren bu taşlık patika yol yürüyüşü zorlu ve kesinlikle aşırı yorucu bir parkur, ancak nefis bir deneyim olduğunu söyleyebilirim..

Alpico'yu dünyadan geçmiş bu müthiş beyinle ismen de olsa tanıştırmayı ve onun izlerini takip ederek deniz kıyısına ulaşırken yaşayacağımız fiziksel deneyimi açıkçası fazlasıyla önemsiyorumdum ben, zira bu aktivitenin nefis bir Anne-Çocuk Tatili macerası olacağına inancım tamdı. Öyle de oldu! 
Patika yoldan yürürken, hem Akdeniz bitki örtüsünü keşfedip hem de yazarı da etkilemiş olan manzaralara şahit olduk..

Ancak yine de şunu söylemeliyim ki; bizim için çok çok zorlayıcı bir serüvendi Nietzsche Yolu.. Zaman zaman ıssızlığından korkarak devam edemeyeceğimizi bile düşündük diyebilirim.. Yine de sabırla ve sakinlikle yürümeye devam ettiğimizde, dağların arasından sıyrılıp adeta bir güneş gibi doğan deniz manzarasını dünya gözü ile görebildik.. İşte o an, enerjimizi ulaşacağımız noktaya odaklayarak ikimizin de doğadan güç bulduğumuzu açıkça söyleyebilirim... Ayrıca bir oğlak erkeğinin en belirgin özelliklerden birini bu zorlu aktivite sayesinde yaşayarak tecrübe ettiğim için de mutluydum. Asla vazgeçmedi. Nietzsche’s Footpath noktaları dışında kesinlikle duraklama yapmadan parkuru tamamladı ve benim de durmamı istemedi. (İtiraf ediyorum; dizlerim titriyordu parkuru tamamladığımızda..)  Sahile ulaştığında ise yaşadığı mutluluğu ve gözündeki pırıltıyı ve yüzüne vuran “bir işi başarmış olma” gururunu tarif edebilmem mümkün değil. Muazzam bir deneyimdi ikimiz için de.... 







Eze Sur Mer’de, yanı Eze'nin sahilinde daha önceki seyahatte deneme şansı bulduğumuz ve geçirdiğimiz saatlere doyamadığımız Anjuna Beach isminde nefis bir plaj işletmesi ve restoranı bulunuyor. Alpico ile sahile ulaştığımızda ilk olarak 2013 yılı seyahatimizde çektiğim fotoğraflardan en sevdiğim kareyi aynı noktadan yeniden çekip sonra da Anjuna Beach'e doğru açlık ve yorgunluğun verdiği sakinlikle denizin içinden yürüdük.. Taşlık zeminde bu iş de pek kolay değildi ama en azından ayaklarımız sudaydı ve serinlemiştik...

Günün geri kalanı; meyve kokteyllerimiz eşliğinde keyif yaparak, zaman zaman kısa şekerlemelerle kendimizi dinlendirerek, Eze kasabasının sakin denizinde yüzerek ve de restoranında enfes bir geç öğle yemeği yiyerek geçti... O gün, işletme oldukça kalabalıktı ve öğle yemeği servis edilen masalara canlı müzik eşlik ediyordu. Çoşkulu, lezzetli, Alpcan’ın sanatçılarla sevimli diyaloglar kurduğu unutulmaz bir gündü oldu bizim için.. 

NOT: Fransa'da, özellikle de Cote d'Azur kıyı şeridinde plaj işletmeleri hem kalite hem de fiyat olarak Avrupa ortalamasının bir miktar üzerinde kalıyor.. Anjuna’da fiyat politikası genel ortalamanın da üzerinde diyebilirim, ancak karşılığını tam olarak geri alabildiğiniz bir işletme kendisi..







Çocuklar enfes varlıklar. Bu mutlu günün sonunda Alpico ve ben inanılmaz yorgunduk, ama buna rağmen Nice’e tren ile vardığımızda Promenade du Paillon parkına uğramayı kesinlikle ihmal etmedik. Alpcan’ın sularda gösterdiği performans böylesi bir gün sonrası hakikaten şaşırtıcıydı. O’nu ve mutluluktan çıldırmış diğer çocukların enerjisini seyretmek bana da çok iyi geldi, yorgunluğumu aldı diyebilirim…

Park sonrası evimizde biraz soluklanıp, akşam için hazırlandık ve yine koşarak eski şehrin bir diğer ünlü dondurmacısı Fenocchio'dan dondurma almaya gittik. Dondurmamızın üzerini de Les Gourmandises d’Angea‘dan aldığımız macaronlarla süsleyiverdik. Harikaydı bu yaramazlıkları Alpico'nun heyecanına eşlik ederek yapmak.. Biraz sahilde, biraz eski şehrin dar sokaklarında dolandıktan sonraysa dinlenmeye çoktan hazırdık ve sanıyorum ki ikimizin de gözleri henüz başımız yastığa değmeden kapanmıştı....



Serinin diğer postları:
sevgiler
lulu
x

10 Ocak 2017 Salı

VILLEFRANCHE - Anne Çocuk Tatili Vol.2

Selam!

Anne-Çocuk seyahatimizin oluşumu ve planlarımızı anlattığım ilk post sonrası serinin ikinci postuna geldi sıra.

Sırt çantalarımızı takıp, özgürlük üzerine kurduğumuz ve kendimize her türlü yaramazlığı yapabilme izni verdiğimiz heyecanlı Nice seyahati THY’nin konforlu uçuşuyla başladı. Uçakların rotalarını takip etmeyi sevdiğimden ve hakikaten o anları aklıma kazıdığımdan, özlediğim görüntüleri uçağımız alçalmaya başladığında Alpico ile bir bir paylaşmak harikaydı.. Uçağın minik penceresinden o nefis kıyı şeridini izlerken, uçağımız indi Nice'e iniş yaptı ve dilimizde “Bonjour Arkadaşlar” repliğiyle güle oynaya havalimanından dışarı çıktık. İkimiz de aşırı mutluyduk. Gidenleriniz varsa hatırlayacaktır; Nice havalimanı küçük olduğundan, çıkış sonrası hemen sol tarafımızda kalan bilet satış noktasından Lignes D’azur – 98 numaralı otobüs için biletlerimizi aldık. Aslında bu işi Alpico’ya yaptı demeliyim… (Lignes D’azur application olarak mevcut olduğundan Nice seyahatlerinde telefonunuzda hazır bulunması çok işinize yarayabilir)



Otobüs Nice'in ikonik caddesi Promenade des Anglais buyunca ilerleyip Cathadrale Vieux Ville durağına geldiğinde, artık kiraladığımız eve de iyice yaklaşmıştık. Evimiz, Vieux Nice yani Nice’in eski şehir bölgesinin ana meydanı Rossetti’ye açılan ilk sokaklardan birindeydi. 2013 yılında kiraladığımız evin içinde bulunduğu apartmanın yıkık dökük duvar işlemelerine ayrı, dairenin yüksek tavanlarına ayrı, dış panjurlarına ayrı bayılmıştık, o yüzden de duraktan apartmana doğru yürürken içim içime sığmıyor, rutubet kokusunu alacağım o ilk adım için sabırsızlanıyordum.. Alpcan’a yürürken koku hafızasından bahsettim, ilgiyle dinledi, ben de hatırlar mıyım o zaman diye sesli düşündü.. Çok tatlıydı…

Ev kiralama, bizim Alpcan dünyaya geldiğinden beri tercih ettiğimiz bir konaklama şekli oldu. Senelerdir bu tercihi Airbnb ile gerçekleştiriyoruz ve tek bir hayal kırıklığı dahi yaşadığımızı söyleyemem. Gideceğimiz şehri detaylı araştırıp, yaşamak isteyeceğimiz bölgeyi doğru şekilde belirlediğimizde internet sitesinde ne görüyorsak, onu bulduğumuzu rahatça söyleyebilirim.. Ayrıca en güzeli de her bütçeye ve her tip yaşam tarzına uygun bir ev bulmak her daim mümkün oluyor bu mecrada.. 



Neyse, seyahatimize dönersem; şehre öğleden sonra ulaştığımız için önce evimize yerleşip biraz soluklandık, sonra da akşam yemeği ve Alpico’nun heyecandan bir kuşa döndüğü dondurmacı ziyaretimiz için kendimizi sokaklara attık.. Eski şehir sokakları cıvıl cıvıldı, ama ağustos ayı için beklentimin altında bir kalabalığa sahipti diyebilirim. Nedeni üzücüydü elbette, ama bu duruma kendi adımıza bir miktar sevindim diyebilirim, zira ağustos ayında Avrupa'nın kalabalıkları insanı hayattan soğutabilecek seviyelere çıkabiliyor bildiğiniz gibi ve bu tip bir kalabalık bizim seyahatimizi de epey keyifsiz bir hale getirebilirdi.

İlk akşam yemeğimizde Vieux Nice'in dar sokaklarından birinde bulunan Chez Memere’de minik minik meze tabalarıyla farklı tadımlar yaptık. Ben daha önce hiç tatmadığım yerel bir bira denemesi yapıp pek mutlu olurken, Alpico da yerel bir limonata denemek istedi, ama hazır içeceklere alışık olmayan damağına pek keyif verdi diyemem.. Yine de ilk kadehlerimizi özgürlüğümüze kaldırdık ve bu fikir Alpcan’a her seferinde çok çok komik geldi. Yemek sonrası gerçek anlamda koşar adım mahalle dondurmacımız Gelateria Azzurro’ya yol aldık.
Ohh yaa! Gelsin can’ım lavantalı dondurmam...

Chez Memere Adres: 6 Rue Francis Gallo. 
Gelateria Azzuro Adres: 1 Rue Sainte-Reparate.







Günün yorgunluğuyla deliksiz bir uyku çektikten sonra iki erkenci olarak hayallerimizi süsleyen tatilimizin ilk sabah rutini için sokaklardaydık. Mahallemizin provans fırını -ki kendisi Vieux Nice bölgesinin en iyisi diye bilinir- La Fougasserie’den ton balıklı baget sandviçlerimizi ve çikolatalı kruvasanlarımızı aldık. Sonra yine mahalle pazarımız Cours Saleya’ya yürüyüp taze meyvelerimizi aldıktan sonra, Nice’in gözlere şenlik eşsiz turkuaz suyuna karşı taş sahiline oturduk.. Öyle mutlu ve keyifliydik ki; iki sırt çantalı için kahvaltının belki en rahatsız, ama en mutlu halini yaşadık diye düşünüyorum. 

La Fougasserie Adres: 5 Rue de la Poissonnerie.





Kahvaltı sonrası denizle de kavuştuktan ve dalgalarla neşe dolduktan sonra kendimizi günün kalanına bomba gibi hazır hissederek yolumuza koyulduk. İlk planımız Villefranche Sur Mer kasabasıydı. Paris'te yaşayan arkadaşım Ezgi, Villefranche için iç açıcı cümleler kurmuştu, heyecanlıydık.

Tren yerine Lignes D’azur’un 100 numaralı otobüsüyle kasabaya daha kısa bir zamanda ve enfes riviera manzaraları eşliğinde ulaştık, ancak sahil gerçekten çok aşağılarda kalmıştı, otobüs bizi tam olarak kasabanın tepelerinde bırakmıştı.. Açıkçası sahile giden yolun uzun olabileceğini hesaplamamıştım ve hava da aşırı sıcaktı. Liman bölgesine doğru minik adımlarla ve muhabbet ederek yürüdük.. Bir yeri keşfetmenin en güzel yolunun yürümek olduğunu bildiğim için Alpico’ya da bu fikrin nedenlerini anlattım.. Evlerin renklerine, sokakların temizliğine, insanların sakinliğine dair konuşurken başta zor gelen yürüyüş keyifle geçiyordu.. Ara sıra yanımızdan geçen arabaların bize özellikle dikkat ediyor oluşu Alpico’nun bile ilgisini çekti.. Yürümek O'nun küçük bedenini zorlamasın diye arada molalar verip, hem soluklandık hem de iki burun arasında kalmış nefis koyun fotoğraflarını çektik.. Böyle böyle sahile vardık.. (Manzara önemli değil, direkt denize ulaşalım derseniz; Nice tren garından Gare de Villefranche Sur Mer’e 7 dakikada tren ile ulaşılıyor.)

Ancak limana ulaştığımızda hedefe varmış olmanın heyecanıyla dolu olsak da sevincimiz kursağımızda kaldı diyebilirim, zira liman bölgesinde denize girecek bir koy yoktu. Burada yalnızca cruise gemileri ve irili ufaklı yatlar demirlemişti, lakin bu durum Fransiz Rivierası’nın deniz anlamında keyfine varacağımız bir sahil yürüyüşü şansı sunuyordu bize.. Aslında birkaç kilometre daha yürümek Alpcan'ı zorlamış olacaktı ama deniz heyecanı ve beraber geçirdiğimiz zaman onu bu yürüyüşe de motive etti.. Yine de o ne sıcaktı ve ne deli yorulmuştuk, size anlatamam....  

Alpico’nun kasabanın uzun plajı Plage de la Mariniere'de denize ulaştığı an ve yaşadığı sevinci sanıyorum uzun yıllar unutmam mümkün olmayacak.. 







Plage de la Mariniere'in denizi muazzamdı. Billur gibiydi ve ağustos ayı için serinliği de çok tadındaydı diyebilirim. Aslında sahil bizden sonra sahil fazlasıyla kalabalıklaştı, ama öylesine yorulmuştuk ki; bu durum umrumuzda oldu diyemem..

Bu sahilde denizden yararlanmak için özel bir işletme tercih edebilir ya da havlunuzla ince taşlı sahiline gönlünüzce yayılabilirsiniz. Yine de eğer plajda bir saatten fazla kalmayı planlıyorsanız, tartışmasız bir şemsiyeye ihtiyacınız olacağından işletmelerden birine sığınmak mantıklı bir tercih olur.

Avrupa'da geçirdiğimiz yaz tatillerinde, denizin içindeyken izleyebildiğim hatta zaman zaman irkildiğim tren görüntülerine denk gelmeyi çok severim ben. Trenin sesi kulağımdayken yüzmek, o sesi denizin içinden de duymaya çalışmak gibi bir ritüelim de vardır kendimce.. Villefranche hem bu duygumu beslediğinden hem de Alpico yüzmeye doyamadığından deniz keyfimizi tahmin ettiğimiz sürenin üzerine çıkarttık ve sonrası için de bu güzel kasabada geç bir öğlen yemeği yeme kararı aldık. İyi ki de öyle yapmışız.. Alpico, ona daha evvel anlattığım, kafalarını ve kuyruklarını beraber yiyebileceği minik balıklar ve patates kızartmaları için sabırsızdı, ben de koca bir tencere midye eşliğinde içeceğim iyi soğutulmuş bir kadeh beyaz şarabın hayalindeydim. Bu keyfi L’Oursin Blue’da uzun uzun ve gayet tembelce yaptık. Bu sayede kasaba ikimizin de aklına iyice kazındı diye inanıyorum. (Adres : 11 Quai de l'Amiral Courbet)

Bu enfes yemek sonrası günün kalan gezi planları olan, St.Jean Cap Ferrat ve Villa Ephrussi de Rothschild gezimizi Alpcan'ın da isteğiyle iptal ettik. Gidebilsek çok çok güzel olacaktı, ama bunu 5,5 yaşındaki o minnak ayaklara yapamazdım. O nedenle de yalnızca Villefranche Sur Mer deneyimi yaşamış olduk, ama onu da doyasıya yaşadık diyebilirim... (Asla pişman değilim.)





Minik, lezzetli ve filtresiz güzel Villefranche'i Fransız Rivierası içinde deneyimlediğimiz kıyı kasabaları içinde en sevdiğim olarak hatırlıyorum. Asil, ama basit hayatı ile beni öyle etkiledi ki; en son TheMagger’ın 10 farklı gezgine sorduğu “2016 yılı seyahat keşifleri” yazısında bile kendisini anlattım, zira tadı hala çok damağımda...

Günün sonunda Alpico da ben de aşırı yorgun, ama her anlamda doygun ve mutluyduk. Gece biraz parklarda dolanıp sokak sanatçılarını izledikten sonra, günü Fransızların bana göre en butik macaron dükkanlarından biri olan ve şirin ötesi dükkanıyla her akşam uğramayı ihmal etmediğimiz Les Gourmandises d’Angea'da dondurmalı macaron yiyerek bitirdik..
sevgiler
lulu
x