16 Eylül 2019 Pazartesi

SELANİK


Ülkelerin bir sınır çizgisi ile birbirinde ayrılıyor olması ve coğrafyalarının bir anda değişebilmesi bana oldum olası tuhaf gelmiştir. Şimdilerde buna bir de “bir sınır çizgisi ile değişiveren toplumsal tavırlar” eklendi. Her yaşımda soran, sorgulayan, hayata karşı merak dolu biri olmama rağmen, geçmiş yıllarda buna çok da kafa yormuyor olduğumu fark ettim son Yunanistan seyahatimizde. Nedenini de biliyorum bir bakıma, zira günden güne gerileyen çevre ve insan ilişkilerimiz, siyasi ortamımızın akıl almaz karmaşası ve umutsuzluğu (her şeyin çok güzel olacağına dair olan inancımızın ilk kez işe yaramış olmasına rağmen) beni hakikaten yoruyor ve insanların her anlamdaki duyarsızlığına katlanamaz hale geliyorum. Hal böyleyken ve seyahat etmek, seyahat ettiğim ülkelerin sınırları içinde yol yapmak benim için günden güne daha da keyifli bir hal almaya başlarken, yerleşik yaşamımdan da bir kaçış oluveriyor; zira çok dürüstçe söyleyebilirim ki ülke sınırlarımız dışına çıktığımda araba kullanmak dahi bana bir başka medeniyet seviyesi gibi geliyor...

Konu derin ve iç karartıcı biliyorum ama seyahat için anlatacağım rota toplamda 2200 kilometrelik uzunca ve keyifli bir yolculuk. Sıra ile anlatmanın daha manalı ve duygusal olarak daha besleyici -en azından benim ruhum için- olacağından, seriye yolculuk hallerimiz ve Selanik şehriyle ilgili kısa ama lezzetli bir giriş yapmak istiyorum.



Gidiş Rotası: İstanbul / Selanik (Kavala) / Meteora / Parga / Paxos ve Anti Paxos Adaları.
Dönüş Rotası: Parga üzerinden Metsovo / Selanik / Kavala (Ammolofi) / İstanbul.

S E L A N İ K - (İLK GÜN)

Evden çıkıp yaklaşık 2,5 saatlik bir yolculuk sonrası İpsala giriş kapısına ulaşıyoruz. Aracımızın sigortası, ehliyetlerimiz, pasaportlarımız, vizelerimiz hazır ve yurt dışı çıkış harçlarımız ödenmiş durumda. İhtiyacımız olan tek şey, sınırı geçip yolumuza koyulmak. Şükür ki geçiş süreci kolay oluyor ve hızlıca sınırı geçip herkesin gittiği otoban yerine eski Dedeağaç yoluna sapıyoruz sevgiliyle. Alpico arka koltukta, mutlu ve müzik dinler vaziyette. Bu eski yolu Dedeağaç’a kadar takip ederken çok keyif alıyoruz, zira tam da özlediğimiz görüntüleri sunuyor bize bu daracık yol. Arabamızın camlarını ara sıra açıp, tatlı tatlı esen sabah rüzgarını hissediyoruz ellerimizde, yüzümüzde ve saçlarımızda...

Dedeağaç sonrası otobana bağlanıp yol serüvenini bir parça hızlandırmaya karar veriyoruz. Öğle saatlerinde hem dinlenmek hem de öğle yemeği yemek üçümüze de iyi geleceğinden Kavala'yı yalnızca bir mola noktası olarak kullanmaya kararlıyız. Yani, şehre zaman ayırmak ve tarihine odaklanmak gibi bir niyetimiz yok. Denizi görebileceğimiz ve kesinlikle yeşillikler içinde olsun istediğimiz bir mekan ararken sahildeki sıralı restoran ve kafeler içinden Seaview Kitchen Bar’ı seçiyoruz. (Adres: Plateia Karaoli 4, Kavala) Keyifli bir yemek oluyor. Özlediğimiz yüksek sesler, heyecanlı vücut dilleri ve yerli halkın yemek ritüellerini izlerken orada geçen birkaç saat bize iyi geliyor. Yemek sonrası ilk frappesine kavuşan sevgilinin de yüzü gülüyor. Daha ne olsun? Yolumuza devam ediyor ve seyahatin ilk durağına, yani senelerdir bir şekilde ertelediğimiz Selanik şehrine ulaşıyor ve tek gecelik şirin evimize yerleşiyoruz. Dairemiz şehrin kalbinde bulunan Aristotelous Meydanı‘nın bir arka sokağında ve lokasyonu sayesinde hızlıca şehrin yaşamına dahil olmamıza olanak veriyor. Selanik’te iki önemli amacımız var. İlki şehri kabaca tanımaya çalışmak, diğeriyse arkadaşımız Dimitra ile özlem gidermek…



Şehir daha ilk bakışta bile cıvıl cıvıl, yaşam kokuyor resmen! İnsanı yükselten bir enerjisi var şehrin, bu kesin. Tüm kafe ve barlar delicesine dolu. Meydanlarda müziğe kendini kaptırmış gençler ve orta yaşlı insanlar görüyoruz, dans ediyorlar. Yemeğe kadar biraz kokteyl, biraz kahve, biraz da bira içmek için ara ara soluklanalım derken sokaklar arasında sıkı bir gezinti yapmış oluyoruz. Aristotelous Meydanı'na ve sahil şeridine yakın bir lokasyonda olan One Cafe Bar kahve ve Dimitra ile kavuşma serüvenimize, (Adres: Karolou Ntil 1) bir roof bar olan Margarita At the Top of Senses ise kokteyllerimize ev sahipliği yapıyor. Margarita'ya bayılıyoruz. (Adres: Pl. Morichovou 11)

Tarih olarak da pek şanslıyız. Meğer şehrin en ünlü semtlerinden Ladadika
semtinde bira festivali varmış o hafta sonu. Zaten halihazırda şirinlik yayan nostaljik Ladadika sokakları, festival sayesinde daha da keyifliler. Eski zamanlarda bir pazar alanı olan ve trafiğe de kapalı tutulan Ladadika’yı görür görmez seviveriyoruz ve “beach bar” konseptinde dekore edilmiş Whope’da tüm kalabalığa rağmen yer bulup oturmayı ve biralarımızı tokuşturmayı beceriyoruz. (Adres: Lοudia 4)

Bu duraklamalar esnasında; şehrin simgesi kabul edilen ve sahil şeridinde bulunan Beyaz Kule-Liman ve iç kesimlerde de Ladadika-Rotunda semtleri arasında doyasıya yürüyoruz. Sokaklarda bol bol grafitiler ve muraller çıkıyor karşımıza ve yürüyüşler sayelerinde daha bir keyifli oluyor. Aslında basitçe şunu yapıyoruz; birbirine paralel üç ana cadde ve onu kesen sokaklarda dolanıyoruz. Sahil yolu Leof Nikis. Alışveriş caddesi Tsimiski ve Egnatia. Bu caddeler ve onların ara sokaklarında sayısız kafe, restoran ve bar görüyoruz. Sanki Atina’da gibiyiz ama bazı anlar sanki bir Yunan adasındaymışız gibi de geliyor. Değişik hisler…

Leof Nikis üzerinde sakince yürürken tüm kalabalıktan bağımsız Theo Angelopoulo’nun Eternity and a Day filmine kayıyor aklım. Hava bir anda kapatsa, elinde köpeğiyle filmin ana karakteri Alexandros bize doğru yürüyebilir belki gibi hissediyorum. Sevgili elbette yine delirdiğimi iddia ediyor, gülüyoruz..









Bu kadar yürümek ve kısa molalar sonrası, geç yemek yemekten hoşlanan Yunanlılar için de bizim için de akşam yemeği vakti geliyor. Dimitra bizi çok iyi tanıdığından, gelenekseli farklı bir yorumla sunan restoran Charoupi'ye rezervasyon yapmış. Aslında mekan modern bir dekorasyona ve menüye sahip olsa da sundukları yemeklerin bir kısmı Yunanistan'ın belki de en iddialı mutfağı diyebileceğimiz Girit semalarından geliyor. Menüdeki keçiboynuzu detaylarından anlıyoruz bunu kolayca, zira bu bitki Girit mutfağında sıkça kullanılıyor. (Ben de okuduğum bir kitaptan hatırlıyorum bunu..)

Bu restoranda beni en çok Sfakian Pie adıyla sunulan börekimsi şey cezbediyor. Hem keçiboynuzu unu ile yapılmış hem de üzerinde keçiboynuzu balı ile sunuluyor. Hakikaten tatlı-tuzlu lezzetleri seven biri için tadılası bir lezzet. Aslına bakarsanız yediğimiz her şeyi seviyoruz burada. En basit tabaklarda bile özenle seçilmiş ürünler kullanmışlar, bunu damağımızda hissedebiliyoruz. Girit şarabımızın yanına gelen minik kızarmış peksimetler, zeytin ve domateslerin tadı bizi restorana ve ana yemeklere karşı hızlıca motive ediyor. Keyifli ve de farklı bir akşam yemeği oluyor Charoupi'de deneyimlediğimiz ve tüm günün yorgunluğuna değiyor.



Sabah erken saatte çıkacağımız Meteora yolculuğu için heyecanlıyız ve dinlenmemiz gerek, o nedenle yemeği bir parça hızlandırıp sonrasında Alpico’yu dondurmasıyla da kavuşturuyor ve dairemizde uykuya kolayca yenik düşüyoruz. Bu arada dondurma için yürürken önümüze Mamaluka restoran çıkıyor. Öyle iç açıcı ve neşeli bir dekoru var ki; onu da notlara ekleyip, bir sonraki seyahate mutlaka diyoruz. Galiba bu restoranın 2015 yılındaki Mykonos seyahatimizde tanıştığımız Mamaluka ile de bir bağlantısı var, yoksa bu isim pek de tesadüf olamaz gibi..

S E L A N İ K - (SON GÜN)

Selanik şehrinde, hayallerden de güzel geçen seyahatimizin dönüş yolundayken bir gece daha konaklıyoruz. Yine iki ana amacımız var. Biri araba yolumuzu kısaltıp daha konforlu bir yolculuk geçirmek, diğeri de yine Dimitra ile yenecek bir akşam yemeği. Dimitra, kendisi için bir klasik olan ve yerliler tarafından da en sevilen (bir parça da turistik kabul edilebilir) meyhanelerinden birine, Agora Ouzeri‘ye götürüyor bizi. (Adres: Kapodistriou)

Ladadika’nın biraz daha içlerinde bulunan Agora’da standart masalar yerine, yüksek masa ve sandalyeleri tercih ediyor ve o akşam orada enfes bir yemek yiyoruz. Hayatımızda hiç tarama yatağı üzerinde, içinde kızartılmış nohut parçalarının da olduğu ızgara karides denememişiz. Bu tabak Dimitra’nın bu restorandaki favorisi, bizim de öyle oluyor. Hatta diyoruz ki; sadece bu tabak için dahi seyahat edilebilir bu şehre. O derece iddialı ve tavsiye edilesi… Yemekte uzo yerine tsipouro (çipro şeklinde okunuyor) içiyoruz hepimiz. İtalyanların grappası her ne ise, Yunanların tsipourosu da o benim için. Rakı ve uzoya göre çok daha sert olan, ama sabah uyandığınızda asla rahatsız etmeyen, baş ağrıtmayan, temiz bir içki kendisi.

Agora sonrası hem bir kafe/bar hem de bir “art place” olan Ypsilon’da içeriğinde tsipouro olan kokteyller deniyoruz. (Adres: Edessis 5) Mekanın enfes bir dinamiği var ve şehrin kesinlikle en sevdiğim noktası burası oluyor. Ypsilon, mektup demekmiş. Hem okuma hem dinlenme hem de çalışma yeri olarak kullanılıyormuş. Bu şehirde yaşasam, boş zamanlarımda bu mekanda kamp kurardım diye düşünüyorum. En köse masada, her iki sokağa da vakıf bir konumda muhabbet ederken resmen bitiyor pillerimiz.. Sabah için güzel bir deniz tavsiyesi alıyoruz Dimitra’dan ve yeniden kavuşma hayalleri kurarak ayrılıyoruz yanından.



Dimitra sonraki seyahati en az iki gün olarak planlamamızı rica ediyor, zira şehirde dolaşacağımız bir dolu gizli saklı köşeler varmış göstermek istediği. Bizimle o da kendi şehrinde turist oldu, pek mutluydu. Bu fikirden yola çıkarak sonraki seyahat için notlarımızı da tazeliyoruz sevgiliyle. Mesela Beyond the Wall ekliyoruz listeye, zira yürürken gördüğümüz bu minnoş bistronun bahçeli konumunu çok beğeniyoruz. Şehre yeniden gittiğimizde burası mutlak duraklardan biri olacak, biliyoruz. Dimitra yemek öncesi arkadaşlarıyla Arrogant’ta birer kokteyl içmiş, oraya da sizi götürmeliyim diyor. Onu da notlara ekliyoruz. Bir de, gece daha hareketli ve dansla geçsin istediğinde yine bir roof bar olan Matute’ye sıkça gittiğini öğreniyoruz. Onu da notlarımıza atıyoruz ki, sonraki seyahatte biraz dans da olsun hayatımızda. Ah bir de, Instagram’da takip ettiğim sayısız Yunan hesabı içinden birinde görüp not aldığım deniz kenarı restoranı Hamodrakas var. Bu restoranı da mutlaka ama mutlaka deneme niyetindeyiz sevgiliyle..



Seyahatin bu son gecesinin sabahında, Estrella’da, (Adres: Pavlou Mela 48) üzerine avokado ve krem peynir eklenmiş tombik bir omlet, Bougatsa denen tatlı börekleri ve daha çok Saronic Körfezi adalarında karşımıza çıkan Amygdalota (içi bademli ve dışı pudra şekeri ile kaplı kurabiye) sayesinde güne aşırı keyifli başlayıp, Kavala şehrine yakın plajların sıralandığı Ammolofi bölgesinde doğru yola çıkıyoruz. Yol ne de keyifliymiş meğer. Deniz kenarından manzaralara bakarken hızlıca ulaşıyoruz Ammolofi’ye. Burası upuzun bir sahil şeridi ve onlarca plaj işletmesi sıralanmış durumda. Bu haliyle, bize Puglia seyahatimizin Salento kıyılarının bir bölümünü hatırlatıyor. Genişçe otopark alanları sonrası ulaşılan plajlar içinden Peponi Beach Bar’ı seçiyoruz. Seçmek için tek kriterimiz mekanın konforlu minderleri ve temizce durması. Burayı, hem İstanbul’a yakın bir adres hem de denizi “hiç fena değil” kategorisinden aklımıza kazıyoruz, zira kısa tatillerde Ege kıyılarımıza uzanıp hayattan birkaç gün çalalım isterken, yoğun insan ve araç trafiği yüzünden istediğimiz lezzeti alamadığımızdan, Kavala’da konaklayıp, Ammolofi plajlarında pekala alternatif bir tatil yaratabiliriz kendimize gibi geliyor bize…


(Görsel Estrella'nin web sitesinden)

Şehirler hakkında, tarihi yerler ve sanatı harmanlayarak yazmayı seviyorum ben aslında ama Selanik şehri daha çok yeme-içme üzerine deneyimler içerdi bizim için. Elbette şehre dair tarihi yerler bilgim de oldu az çok, ancak o konuları başka sitelerden daha detaylıca elde edebilirsiniz diye düşünüyorum. Bu post için amacım, yemek konusunda az ama öz tavsiyeler vermekti. Şehir her ne kadar yüzlerce, belki binlerce alternatif sunuyor olsa da tavsiyelerimi kulak ardı etmeyin derim, zira ne gidilmiş olmak için gidildiler, ne de keyif ve lezzet sunmadıkları halde yazıldılar..

Tüm bu cümlelerin ardından; uzun yıllardır düzenli bir gidiş-geliş trafiğine sahip olduğum bir ülkenin ikinci en büyük kenti ile tanıştığıma da hakikaten mutlu olduğumuzu söyleyebilirim. Bu ülkede, yaşama dair hissettikleri tutku ve coşkuyu insanların yüzlerinde, gözlerinde, tavırlarında görmek ve dahası bunu ülkenin her şehrinde aynı lezzette bulabilmek de çok hoşuma gidiyor açıkçası. Şehir kesinlikle kalabalık, fazlasıyla betonlaşmış ve zaman zaman “güzel şehir” kategorisine konmayacak kadar da sevimsiz, ama diğer yandan da aynı Atina’da olduğu gibi, daha sokaklarına ilk adım attığınız an size kendini sevdiren, ışıldayan bir yanı da var. Gencecik bir lise talebesi gibi...

Bu şehirde yaşayan insanlar ya da bizim gibi ziyaretçileri şehri bu yüksek duygular yüzünden seviyordur diye düşünüyorum. Tabi bir de Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu yer olarak da manevi bir yakınlık kuruyoruz biz Türkler…



Bir de evet! o nefis şemsiyeler var… George Zongolopoulos imzalı Umbrellas Selanik şehrinin sahip olduğu çağdaş sanat eserlerinin belki de en popüler olanı.. Uzunca bir sahil yürüyüşü yapıp, bu güzelliğe ulaşmak ve kendisiyle yakın bir iletişim kurmanız mümkün. Şemsiyeler önce 46. Venedik Bienali kapsamında Venedik şehrinde sergilenmişler. Daha sonra Brüksel’de Council of Ministers of the European Union binası önüne gelmişler ve en son da kendi ülke sınırlarına geri dönüp, yerleşik bir hayata geçmişler.

Sırada Selanik'te verdiğimiz ilk durak sonrası kavuştuğumuz ve mistik dünyaya giriş kategorisinden varsaydığım can'ım Meteora var.

Sevgiler
lulu
x

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder