Öne Çıkan Yayın

PUGLIA - Itria Vadisi

26 Eylül 2019 Perşembe

METEORA

Selam yeniden!

İlk postta kendimce anlattığım ve Selanik'te geçen dolu dolu ilk gün sonrası, yorgunluktan derin ve kesintisiz bir uyku çekiyor ve sabahın erken saatlerinde uyanıp, Meteora için yolumuza koyuluyoruz.

Seyahat etmek çok güzel, ama yol almak da aşırı keyifli değil mi? Büyük keyif alıyoruz bu yolculuğumuzdan kontağı ilk çevirdiğimiz andan beri. Gideceğimiz yere varma hevesimiz dışında, bizzat yolculuğun kendisinden...

Diğer yandan heyecanımız da çok yüksek Meteora için. Bazı seyahat noktalarının hakikaten "doğru" zamanı olduğuna, ruh hazır olmadan fiziken harekete geçilmemesi gerektiğine inanıyorum ben. Meteora, işte bana bu duyguyu hissettiren ilk adreslerden biri. Sonunda bu serüvene hazır olduğumun bilincindeyim ve heyecanım da en çok bu bilinç yüzünden.

Hayalini kurduğum o mistik yer sonunda gerçeğim olacak, nasıl heyecanlı olmayayım ki?


M E T E O R A 

ULAŞIM

Selanik sonrası kendi aracınızla yol alıyorsanız Egnatia Odos A2/E90 otobanını kullanılarak 2 saat 45 dakika gibi bir sürede Meteora'ya ulaşılıyor. Selanik'e uzaklığı 225 km, ama otobanın birçok noktasında bulunan tüneller nedeniyle yol hız yapmaya pek de müsait sayılmaz. Yine de aşırı keyifli bir yolculuk olduğunu söyleyebilirim. (Otoban geçişleri için toplamda 9,10 euro ödeme yapmak gerekiyor. -Yıl 2019-) 

ALTERNATİF ULAŞIM

Meteora/Kalambaka'ya, Atina (Larissa Railway Station) ya da Selanik'ten (Neos Sidirodromikos Stathmos Station) tren ile ulaşmak mümkün. Atina'dan 5 saatlik bir yol süresi var trenin. Selanik'ten ise yalnızca 2 saat 40 dakika sürüyor. Bazı trenler Paleofarsalos'ta değişim yaptığından, bu noktaya ya dikkat etmek gerekiyor ya da risk almadan direkt Kalambaka'ya giden tren biletini almakta fayda var. Tren biletleri seçeceğiniz saate göre Selanik'ten 25/30€, Atina'dan ise 30/40€ gibi bir rakama alınıyor, ama tarihleriniz net ise gidiş-dönüş bileti kestirmek çok daha avantajlı.

Otobüs bir başka ulaşım seçeneği Meteora için. Selanik'te Macedonia Intercity Bus Station'danAtina'da ise Liosion Station'dan kalkan otobüsler ilk olarak Trikala şehrine gidiyorlar. Trikala'ya vardığınızda da Kalampaka'ya giden otobüslere geçiş yapmanız gerekiyor. Atina'dan Trikala 4,5 saat, Selanik'ten 2,5 saat. Trikala-Kalambaka arası ise 25/30 dakika kadar sürüyor. Yani, otobüs yolculuğu bir miktar daha zahmetli diyebiliriz. Bu arada otobüs fiyatları da Selanik'ten 20€ Atina'dan ise 30€ civarındalar ve yine gidiş-dönüş bileti kestirmek çok daha avantajlı. (Trikala-Kalambaka arası ise 2,60€)

Bizim araba yolculuğumuza dönersek; bir otobandan beklentimiz ancak bu olabilir diye konuşuyoruz sevgiliyle. Etraf yemyeşil, tertemiz ve yolda bulunan diğer araçlar bizi asla tedirgin etmiyorlar. İhtiyaç gidermek için ödemeli geçiş noktalarının hemen sonrasında bulunan, otoban kenarındaki küçük tuvaletleri kullanıyoruz. Bu eski püskü binaların dahi bir çalışanının bulunması, içlerinin temiz ve tuvalet kağıtlı oluşu hoşumuza gidiyor. (Eğer gişe sonrası değil de yol boyunca kahve, yemek, tuvalet ya da benzin ihtiyacınız olursa, otobandan çıkış yapıp kasabalara giriş yapmanız şart.)

Yolculuk sırasında bazı tünellerin uzunluğu 6 km'yi bulduğunda tedirgin olmuyor da değiliz aslında, ama dönüş yolunda maruz kalacağımız tünellerden henüz haberdar olmadığımızdan bunu tedirginlik sayıyoruz, oysa saymamalıymışız...

Selanik-Meteora arasındaki otobandan çıkıp Kalambaka yönünde, vadinin içlerine doğru ilerlemeye başladığımızda yol daha da güzelleşiyor. Ara ara lavanta tarlaları çarpıyor gözümüze. Nedense yola yakın değil de, tepelerin yüksek yerlerinde bu tarlalar. Değişik geliyor bu görüntü bize. Böyle böyle yol alırken ve kulağımızda geleneksel Yunan müzikleriyle gayet mutluyken, dev kayalar gözümüze değmeye başlıyor ve tamamen tesadüfi olarak o anlarda yağmur damlaları ıslatıyor arabamızın ön camını.. Kayaların görüntüsü yağmur damlalarıyla birleşince kesinlikle muazzam bir his yerleşiyor içimize ve yaklaştıkça da bu his yükseliyor....


Meteora'ya ulaştığımızda öyle aç hissediyoruz ki; günün kalanının aşırı yorucu geçeceğini bildiğimizden, otelimize eşyalarımızı atar atmaz yasemin kokularıyla kaplı bir bahçede, hatta bu bölgenin en iyi restoranı da olduğu söylenen Restaurant Meteora'da mükellef bir öğle yemeği yiyoruz.. Mezelerimiz sonrası gelen, güveçte uzun saatler pişmiş, daha çatalı değdirdiğimiz anda dağılıveren ve de erik ile lezzetlendirilmis enfes et yemeğimize
ba-yı-lı-yo-ruz! (Adres: Trikalon 2,Kalambaka) 


GENEL BİLGİLER

Meteora, orta Yunanistan'da Athos Dağı eteklerindeki vadiye yayılmış Kalambaka şehrinin yakınındaki Kastraki köyünün hemen ardında yükselen kayalık bölgeye verilen isim. Harita üzerinde İstanbul'dan sola doğru hafif eğik bir çizgi çizerseniz neredeyse bize paralel bir konumu olduğunu görebilirsiniz. Bölge, vadiye yayılmış dev kayaları sayesinde farklı ve büyüleyici bir coğrafya olarak kabul ediliyor. Kayaların üzerine yüzyıllar evvel inşa edilmeye başlanan Bizans Ortodoks manastırları sayesinde ise bu büyüleyici coğrafyanın güzelliği daha da bir taçlanmış durumda.


Tahmin edilen, Meteora'da 20.000 yılın öncesine dayanan bir yaşamın varlığını sürdürdüğü. Bölgenin ortaya çıkışı ise milyonlarca yıl önce gerçekleşen doğa olaylarına bağlanıyor. Keşişlerin Meteora'ya ilk yerleşim zamanı 11.yy olarak doğrulanmış olsa da asıl yerleşimin 14.yy'da başladığı ve bu yüzyılda manastır inşaatlarına da ilk adımların atıldığı doğrulanıyor. Bu noktada, keşişlerin böyle akıl almaz derecede zorlu bir alana manastır inşa etmelerinin ana nedenlerinin ulaşılamama ve korunma isteği olması yanında; manastırların insana huzur veren manzaraları olduğuna da insanın aklı kolayca yatıyor. Keşişlerin korunma isteğinin Türk korsanlarının baskınlarından kaçmak ve Ortodoks mezhebine karşı olan acımasız tavırlar yüzünden dinlerini muhafaza etme isteği olduğunu da eklemek gerek. 

Devasa boyutta olan ve aslında birer kum taşı tepesi olduklarını öğrendiğimiz kayaların üzerinde bulunan ve yer çekimine adeta meydan okurcasına gökyüzüne yükselen manastırların insan eliyle yapılmış olduklarına inanmak neredeyse imkansız diyebilirim. Gökyüzünden kayaların üzerine sakince bırakılmışlar fikrine inandım ben. Neticede insan gücü ile yapılmış olmaları yerine, bu fikre inanmak benim gibi hayalperest biri için çok daha kolay bir yol. Zaten Metora'nın "havada yüzen ya da havada asılı kalan" gibi bir kelime anlamı var.

Meteora'daki en önemli manastır, 1382 yılında münzevi hayatı yaşamak için bölgeye gelen Athanasius tarafından yaptırılan Megalo Meteoro olarak kabul ediliyor. Athanasios sonrası bölgeye daha çok rahip akın etmeye başlıyor ve bu durum diğer insan eli mucizesi manastırların yapımını hızlandırıyor. Manastırlar ortaya çıktıkça, Meteora yalnızca bir dini inziva yeri değil; filozoflar, şairler, ressamlar tarafından da ziyaret edilen önemli bir düşünme merkezine dönüşüyor. 1920'li yıllara dek manastırlar arasında yol ve geçişi kolaylaştıran köprüler mevcut değil. Münzevilerin hayatını kısmen de olsa kolaylaştıran yol ve köprü geçişlerinin yapımı 1920 sonrası sağlanmış. Bu şekilde düşünüldüğünde manastırların gökyüzünden indirilmiş olmaları çok daha akla uygun kalıyor zaten... Bahsedilenlere göre, 24 adet manastır yapılmış bu bölgede, ama günümüze ulaşan manastır sayısı yalnızca 6 ve bu kaybın ana nedeni de Almanların Meteora bölgesini 2. Dünya Savaşı boyunca bombalamış olmaları. :/ 

MANASTIRLAR

MEGALO METEORO (BÜYÜK METEORO)

İlk ruhani adım. 
Ruhani diyorum, ama bu manastır gezme fikrinden çok o dev kum tepeleri üzerinde yapacağım meditasyona bir gönderme aslında. Heyecanlıyım... İlk durak, manastırların en büyüğü, en tepede ve en yüksek kaya üzerine inşa edileni; Megalo Monastery. Aracımızı zor da olsa bir yer bulup park ettikten sonra koşar adım yaklaşıyoruz 1382 yılında yapılmış olan Megalo'nun girişine. Yaklaşık 625 metre yüksekliğindeki manastırda, 300 basamak olduğu söylenen uzun ve dik bir merdiven bekliyor bizi. Manastırın ilk girişine geldiğimizde Athanasios’un manastır yapılmadan evvel yaşadığı mağarayı görüyoruz. Merdiveni çıkarken ise fotoğraf mı çeksek yoksa gözlerimize bu anları mühürlesek mi bilemiyoruz, o derece muazzam bir manzara var çevremizde.. Biletlerimizi alacağımız ana girişe ulaştığımızda, yapıldığı dönemin şartlarına uygun olarak tasarlanan asansör ilgimizi çekiyor ilk. Aşağıya doğru baktığımızda ise, bu devasa boyutlu kayanın içinde karınca kadar küçük hissediyoruz kendimizi. Sahi "bu adamlar bu asansörle bu kadar yükseğe nasıl çıktılar?" Hatta şunu sormak gerek; "inşaat malzemelerini nasıl taşıdılar Allah aşkına?"

Manastırın avlularını, şarap mahzenini, tarihini takip edebildiğimiz etkileyici müzesini ve Bizans döneminin çok iyi korunmuş fresk örnekleriyle kaplı kilisesini ilgiyle geziyor ve ayrıca kilise girişinde mum yakıp, dilek dileme şansı da buluyoruz ailece. Bu arada, Athanasios'un mezarının da kilisenin içinde olduğunu öğreniyoruz. O an aklıma Roma/Pantheon içindeki Raffaello mezarı geliyor, ürperiyorum....

Megalo'dayken; avlusundan Varlaam'a bakmayı, manastırın dışında kalan bir dua etme alanında insanların küçük kağıtlara dileklerini yazıp kayalara iliştirmesini (Alpico yaratıcı bir şekilde dileğini yazacak bir kağıt bulmayı becerip, bizi gülümseten bir dilek yazdı orada. Sonra da o dilek kağıdını babasının omzuna çıkıp kayaların arasına sıkıştırdı.) ve bir keşişle ziyaretçilerden birinin muhabbetine -dillerini anlamıyor olsak da- şahit olmayı çok seviyoruz. Hatta, manastırın arka avlusunda yaşanan ve şahit olduğumuz bu anın bize bir hediye olduğuna da inanıyoruz sevgiliyle...

NOT: Manastır salı günleri ziyarete kapalı. 




VARLAAM

Megalo'nun avlusundan kendisine bakmayı pek sevdiğimiz ve Varlaam adında bir münzevi tarafından 16.yy'da inşa edilmiş olan Varlaam'a geçiyoruz yine heyecanla. Bu manastır, sonradan eklenen köprü sayesinde bizi fazla yormuyor ve içine adım atar atmaz burnuma gelen "kokulu silgi" esintileriyle beni çocukluğuma götürüyor.. Koku hafızası ne kadar enteresan, ne kadar da kişiye özel diye düşünüyorum ve sevgiliyle bunun üzerine biraz konuşuyoruz manastırın avlusunda dolanırken. Sonra küçük bir şapel görüyoruz ve ben de "Her Şey Çok Güzel Olacak" yazıyorum bu şapelden aldığım küçük kağıdın üzerine, zira bu seyahat sonrası yurda döndüğümüzde ihtiyacımız olan ilk şey bu cümlenin karşılığını bulması...

Varlaam, Megalo sonrası yapılan ikinci en büyük manastır. Yapımı için 22 yıl boyunca zirveye inşaat malzemelerinin taşındığından bahsediliyor. 195 basamak sonrasında ulaşılan geniş ve insanı fazlasıyla ferah hissettiren bir avlusu var. Tarihi açıdan ziyaretçilerini farklı bir yolculuğa çıkartan ve manastırın yapım aşamalarını da gözler önüne seren müzesi ve Bizanslı dini simgebilimci Frangos Katelanos tarafından yapılmış freskleri bizi çok etkiliyor bu manastırda. Alpcan müzeyi gezerken heyecanla bir mektup gösteriyor bize. Kanuni Sultan Süleyman'ın bu manastıra gönderdiği 1534 yılında yazılmış bir mektup bu! Görünce yüzümüzü güldürüyor. Hem bu mektup hem de manastırın iç güzelliği sayesinde sevgili ve benim favorimiz kesinlikle bu manastır oluyor. Zaten Megalo'yu da en çok sunduğu Varlaam manzarasıyla aklımıza kazımıştık.

NOT: Manastır cuma günleri ziyarete kapalı.


AGIOS STEFANOS 

İçine ayak basar basmaz rahibelere ait olduğunu anlayabildiğimiz, çiçeklerle kaplı ve girişi diğer iki manastıra göre fazlaca kolay olan bir manastır burası. Diğerlerinden farklı olarak kayalıksız bir vadi manzarasına sahip ve bu açıdan pek de etkileyici bir manzara sunduğu söylenemez. Ama vadiden görünen tek manastır olması nedeniyle vadi tarafından sunduğu manzara kesinlikle enfes! Kadınların zarif elleri hakikaten nasıl da güzelleştirmiş manastırı! Özellikle de bahçelerini.. Güllerin her bir öbeğine hayran kalıyoruz sevgiliyle. Odalarından çıkıp bahçe kenarlarından dinginlik saçarak yürüyen rahibeleri izliyoruz ilgiyle..

Agios Stefanos, Bizans imparatoru Andronicus Paleologos'un yapımını finanse ettiği ve yapıldığı yıldan beri hac yeri olarak kabul gören bir manastır. Ayrıca kilisesi mucizevi ve iyileştirici bir gücü olduğuna inanılan Aziz Charalambos'un kafatasına sahip. Bu kadar kıymet verilen bir kilise olmasına rağmen, freskleri manastır II.Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından bombalandığından ve ayrıca Yunan İç Savaşı sırasında da ciddi bir şekilde tahrip edildiğinden yenilenmişler, o nedenle diğer manastırların freskleri kadar ilgimizi çekmiyorlar ve biz de daha çok bahçesiyle yakınlık kuruyoruz.

Bu arada manastırdan çıkmadan evvel rahibelerin satış yaptıkları mağazaya uğruyoruz. Geçmişte el yapımı ürünler satıldığı söylense de şu an birçok ürünün el yapımı değil, ticari amaçla satıldığını anlıyoruz, ama yine de rahibelere katkısı olsun niyetiyle alışveriş yapan kişi sayısının yoğunluğu da ilgimizi çekiyor.

NOT: Manastır pazartesi günleri ziyarete kapalı. 


Agios Stefanos'tan çıktıktan sonra, geniş kayalık alanda bulunan kalabalığın otobüslere doğru hareket ettiklerini görüyor ve sevinçle o alana doğru yol alıyoruz. Rüzgar keskinleşmiş durumda ve bu enfes noktada kimselerin olmayışını bir avantaj kabul ederek meditasyon molası vermek istiyorum ben. Benimkiler baba-oğul vakti geçirirken, ben de rüzgarın yüzüme ve göğsüme vuruşunu hissederek meditasyonumu yapıyorum, muazzam bir iç huzur eşliğinde... Sevgili de o anı ölümsüzleştirip fotoğraflamış meğer, günün sonunda sürpriz fotoğraf olarak yolluyor telefonuma....


Bizi o gün için üzen tek şey havanın öğleden sonra bulutlanması ve vadide yaşamayı planladığımız gün batımı keyfimizin mümkün olmayışı oluyor. Aslında AccuWeather üzerinden hava takibi yaptığımızdan bu duruma kendimizi alıştırmıştık, ama yine de durum üzücü oluyor. Biz de ne yapalım, bir an için yakaladığımız ve bulutlar arasından vadinin üzerine sızan ışık hüzmeleriyle yetinmeye çalışıyoruz..


Bu üç büyük manastır sonrası öylesi yoruluyoruz ki; kendimizi otele zor atıyoruz ve odamızın enfes manzarasına karşı içtiğimiz sıcacık bitki çayları tam bir "feel good" anı oluyor. Aldığımız duş, havlularla yataklarımıza yayılma ve yenilenen kıyafetlerimiz sonrası akşam yemeğine hazırız. Bu kez, mini minnacık ama Yunan arkadaşlarıma göre aşırı lezzetli bir mutfağı olan Taverna To Paramithi'de yiyeceğiz. Bu restoran belli ki Meteora ziyareti yapan ünlüler tarafından da çok tercih edilmiş, zira duvarları eski lokal restoranlarda görmeye çok alışık olduğumuz gibi çerçeve içinde birçok fotoğrafla süslenmiş.

Yemek bizi olumsuz anlamda şaşırtmayıp, beklentilerimizi tam olarak karşılıyor. Mezeler bir harika ve tazecik. Hele o fırından çıkan mantarların lezzeti yok mu! Sevgiliyle kendimizden geçiyoruz onları yerken. Hatta üzerine bir de mantar saganaki sipariş veriyoruz, o derece lezzetli. Bu sipariş sonrası şef, Meteora'nın bir mantar cenneti olduğunu ve lezzetli dağ mantarlarının yerel mutfaklarında her daim kullanıldığını söylüyor. Biz de damak zevkimiz ile gururlanıveriyoruz...

Şef, biz ana yemek seçimi yapmaya çalışırken kendi tavuklarını yetiştirdiklerini söyleyince ana yemekte bir heves tavuk siparişi veriyoruz. Senelerdir yurt sınırları içinde tavuk tüket(e)mediğimizden ana yemeğin tavuk olması bizi ailece pek mutlu ediyor. Bu tatmin edici yemeğin ve lezzetli ev şarabının üzerine öyle keyifli bir uyku çekiyoruz ki; sabahın ilk ışıkları kayaların ardından yeni yeni yansımaya başlamışken üçümüz de yeterince dinlenmiş olarak uyanıyoruz...


Gün doğumunda, etraf hala bir miktar karanlıkken ben meditasyonumu yapıyorum, sevgili ise sabah sporu. Hava buz gibi, ama havanın tenimizde yarattığı ürperti, içimizin dinginliği ve kuşların senfonisi harika anlar yaşatıyor bize. Güneş ışınları kayaların ardından belirmeye başladığında da giyinip, valizlerimizi kapatıp, otelimizin bahçesinde keyifli bir kahvaltı yapıyoruz..



HOLY TRINITY - ROUSSANOU - AGIOS NIKOLAOS

Bir yandan Alpcan'ı düşünürken, diğer yandan da deniz kenarına biran evvel ulaşma hevesimiz nedeniyle, giriş için hem patika bir yol geçmek hem de üzerine merdiven çıkmak gereken (yani ulaşılması en zor manastır) AGIA TRIADA ya da diğer adıyla HOLY TRINITY manastırını es geçiyoruz. "Zaten freskleri de yenilenmiş!!" diyorum sevgiliye, gülüyoruz halimize :) Bu arada notlarımda bu manastırın en ünlü manastır olduğu ve bunun da nedeninin James Bond’un 1981 yılında çekilen ve Bond karakterini Roger Moore'un oynadığı “For Your Eyes Only” filminde kullanılmış olduğu bilgisi var. (Manastır perşembe günleri kapalı)

Rahiplere ait ROUSSANOU ve ağaçlık patika yoluna bayıldığımız AZİZ NICOLAOS (diğer adıyla AGIOS NIKOLAOS ANAPADSAS) manastırlarını ise hızlıca geziyoruz yola çıkmadan evvel. Roussanou yönetim olarak rahibelere bağlı bir manastır. Daha alçakta kalıyor ve bu açıdan ulaşımı oldukça kolay diyebilirim ama yine içine girebilmek için merdiven kullanmanız gerekiyor. Bize göre bu manastırın şapeli de, freskleri de zaman ayrılası güzellikte, tavsiye ederiz. (Roussanou çarşamba günleri ziyarete kapalı) Aziz Nicolaus ise; ilk gün vadiye girdiğimizde gözümüze çarpan ilk manastır aslında, ama en tepeden geziye başlayınca da en sona kaldı kendisi. Bir bakıma bu durum iyi de oluyor, zira son manastırın en kolay olması ulaşılan olması insana pek iyi geliyor. Bir de küçük bir önerim var; Roussanou'nun karşısından, Aziz Nicolaus Manastırı son derece güzel resimleniyor. (Cuma günleri ziyarete kapalı. )

(Görsel https://www.greektours.eu sitesinden...)
  
GENEL NOTLAR:

* Manastırların kapalı oldukları günler hafta içinde değişiklik gösterirken, hafta sonları hepsi ziyarete açık durumdalar.
* Her manastır girişlerinde küçük gişeler mevcut ve 2/3 euro arası değişen ücretleri var.
* Genel olarak fotoğraf çekiminde bir sorun yaratmıyorlar, ama kilise ve şapellerde fotoğraf çekmek kesinlikle yasak. Bu noktada saygılı olmanızı öneririm, zira rahipler de rahibeler de sertçe uyarabiliyorlar.
* Manastırların hepsinde kıyafet konusunda dikkatli olmak gerekiyor. Bedeninizin üst kısmına ne giydiğinizi çok önemsemiyorlar aslında, ama şort, kısa etek ve dar pantolon ile olduğunuzda manastır girişlerinde bulunan bezleri belinize sarmanız konusunda ikaz ediliyorsunuz. Bu durum şort giyen erkekler için de geçerli. (Bol pantolon sorunsuzca içeri alınıyor.) 

KONAKLAMA

Kalambaka, Meteora kayalarına gelmeden evvel ulaşılan ve vadiye genişçe yayılan bir yerleşim yeri. Genel olarak turistik olduğunu ve yeme-içme noktalarının burada yoğunlaştığını söylemek doğru olur. O nedenle otel seçenekleriniz de daha çok Kalambaka'da karşınıza çıkıyor. Kastraki ise Kalambaka sonrası ulaşılan ve kayalıklara çok daha yakın bir dağ köyü olduğundan Meteora manzaralı bir otel bulmak açısından daha avantajlı diyebilirim. Butik oteller her iki yerleşim bölgesinde de mevcutlar ama otel standartlarını gözünüzde çok büyütmemenizi öneririm, zira Yunanlı arkadaşlarımızın söylemiyle bu bölge biraz "gypsy sytle" kıvamında...

Biz Meteora Hotel Kastraki'de konakladık. Aslında alışkanlıklarımızın dışında büyük ve de soğuk görünüşlü bir oteldi kendisi, ama sabah sunduğu manzara, sessizliği ve odamızın konumu sayesinde çok sevdik kendisini. Kahvaltısı da hiç fena sayılmazdı. Ama şunu da söylemem lazım ki; yer müsaitliği olsaydı tercihimiz kesinlikle Hotel Doupiani House olurdu.


YEME - İÇME

Meteora için, Yunanistan kıyı şeridi ve adalarında yemeye alışkın olduğumuz deniz ürünleri mutfağının aksine, ülkenin geleneksel ev yemeklerini deneyimleme noktası diyebiliriz. Hatta, ana mutfak bilincinin yavaş ve uzun sürede pişen et yemekleri üzerine inşa edildiğini ve mevsimlik sebze yemeklerini de asla ihmal etmediklerini söylemek hiç de yanlış olmaz. Mesela; güveçte saatlerce pişmiş et ve sebze yemekleri, ikonik Yunan musakkası, özenle açılan ev makarnaları gibi.. Ayrıca bu yemeklerin hepsi de yerel aşçıların ellerinden çıkıyor.. Yemekler yerel, şaraplar yerel, fiyatlar son derece makul seviyelerde ve porsiyonlar alıştığımız Yunanistan porsiyonlarından farksız, yani karnı aç sırt çantalı bir gezgin ya da bir dağcı için kesinlikle doyucu yemekler sunan bir mutfak kendisi.. 

Biz bu notlar ışığında, Restaurant Meteora ve Taverna To Paramithi de iki nefis akşam yemeği yedik, daha evvel anlattığım gibi. Sabah kahvaltısı sonrası, sevgili kahvesini Rapsody Net Espresso Bar'da keyifle yudumlarken, Alpico da Kyvelia Pampiris'ten dondurma aldı kendine. Dükkandaki tatlı Yunan teyze, "baklavamız da çok güzeldir" dedi ısrarla ama ben kendisini nazikçe reddedebildim... Son olarak, Meteora'dan ayrılmadan evvel yerel dükkanların birinden magnetimizi de aldık ve artık Parga için yola çıkmaya hazırdık! 

GAME OF THRONES 

Meteora belki bizim ülkemizce çok fazla bilinen bir adres değil (en azından benim gözlemlediğim bu), ancak dünyanın birçok yerinden turist ağırlayan önemli bir seyahat noktası olarak kabul ediliyor. Özellikle dağcılar bu bölgeyi ve şartlarını çok seviyorlar. Son yıllarda Meteora seyahatlerini "Game of Thrones" dizisi izinde planlayanların da ilgili alanına girmiş durumda, zira kayalıklar Westerost'daki fethedilmesi en zor kalelerden Eyrie’nin tam olarak ilham kaynağı! İzleyenler hatırlayacaktır; Tyrion ceza alıp zindana gönderildiğinde, bu kaleye adeta fırlatılmış ve kalenin en yüksek noktasında dehşet içinde asılı kalıp, bulutların üzerinden aşağıdaki uçuruma ve kayalıklara bakakalmıştı. O sahneyi yeniden izlerseniz fark edersiniz ki; o dehşet görüntülerde görünen kayalar Meteora kayalıklarıdır. Bu arada, her ne kadar GOT ekibi Meteora'da çekim yapmak istese de bölgenin korunma şekli ve Unesco'nun evrak prosedürleri nedeniyle bu dilek gerçekleşememiş, ama dijital ortamda aynı büyüleyici ve ürkütücü manzara yaratılarak çekimler bu şekilde yapılabilmiş. Unesco demişken; Unesco, Meteora bölgesini 1988 yılında koruma altına almış aslında, ama asıl bilinç Yunan devleti ve halkına ait diyebilirim, zira onlar için burası kutsal bir bölge ve bozulmamasını her şeyin üzerinde tutuyorlar. 

SONSÖZ

Meteora, seyahat listemizdeki en mistik hedef noktalarından biriydi bizim için. Bize kendimizi çok iyi hissettiren, ruhumuza ilaç gibi gelen, sağlığımıza ve huzurumuza yani sahip olduğumuz yegane iki varlığa dua edecek ruhani dinginliği tam anlamıyla bulabildiğimiz; gizemli, dudak uçuklatacak kadar etkileyici ve büyüleyici bir serüvendi... 

Ve son olarak Alpcan'in Meteora yorumu ile bitirmek istiyorum bu postu.
"Anne, Meteora garip bir yer ama çok güzelmiş" 

Sevgiler
lulu
x

Post 1: Selanik 
Post 2: Meteora
Post 3: Parga 

16 Eylül 2019 Pazartesi

SELANİK


Ülkelerin bir sınır çizgisi ile birbirinde ayrılıyor olması ve coğrafyalarının bir anda değişebilmesi bana oldum olası tuhaf gelmiştir. Şimdilerde buna bir de “bir sınır çizgisi ile değişiveren toplumsal tavırlar” eklendi. Her yaşımda soran, sorgulayan, hayata karşı merak dolu biri olmama rağmen, geçmiş yıllarda buna çok da kafa yormuyor olduğumu fark ettim son Yunanistan seyahatimizde. Nedenini de biliyorum bir bakıma, zira günden güne gerileyen çevre ve insan ilişkilerimiz, siyasi ortamımızın akıl almaz karmaşası ve umutsuzluğu (her şeyin çok güzel olacağına dair olan inancımızın ilk kez işe yaramış olmasına rağmen) beni hakikaten yoruyor ve insanların her anlamdaki duyarsızlığına katlanamaz hale geliyorum. Hal böyleyken ve seyahat etmek, seyahat ettiğim ülkelerin sınırları içinde yol yapmak benim için günden güne daha da keyifli bir hal almaya başlarken, yerleşik yaşamımdan da bir kaçış oluveriyor; zira çok dürüstçe söyleyebilirim ki ülke sınırlarımız dışına çıktığımda araba kullanmak dahi bana bir başka medeniyet seviyesi gibi geliyor...

Konu derin ve iç karartıcı biliyorum ama seyahat için anlatacağım rota toplamda 2200 kilometrelik uzunca ve keyifli bir yolculuk. Sıra ile anlatmanın daha manalı ve duygusal olarak daha besleyici -en azından benim ruhum için- olacağından, seriye yolculuk hallerimiz ve Selanik şehriyle ilgili kısa ama lezzetli bir giriş yapmak istiyorum.



Gidiş Rotası: İstanbul / Selanik (Kavala) / Meteora / Parga / Paxos ve Anti Paxos Adaları.
Dönüş Rotası: Parga üzerinden Metsovo / Selanik / Kavala (Ammolofi) / İstanbul.

S E L A N İ K - (İLK GÜN)

Evden çıkıp yaklaşık 2,5 saatlik bir yolculuk sonrası İpsala giriş kapısına ulaşıyoruz. Aracımızın sigortası, ehliyetlerimiz, pasaportlarımız, vizelerimiz hazır ve yurt dışı çıkış harçlarımız ödenmiş durumda. İhtiyacımız olan tek şey, sınırı geçip yolumuza koyulmak. Şükür ki geçiş süreci kolay oluyor ve hızlıca sınırı geçip herkesin gittiği otoban yerine eski Dedeağaç yoluna sapıyoruz sevgiliyle. Alpico arka koltukta, mutlu ve müzik dinler vaziyette. Bu eski yolu Dedeağaç’a kadar takip ederken çok keyif alıyoruz, zira tam da özlediğimiz görüntüleri sunuyor bize bu daracık yol. Arabamızın camlarını ara sıra açıp, tatlı tatlı esen sabah rüzgarını hissediyoruz ellerimizde, yüzümüzde ve saçlarımızda...

Dedeağaç sonrası otobana bağlanıp yol serüvenini bir parça hızlandırmaya karar veriyoruz. Öğle saatlerinde hem dinlenmek hem de öğle yemeği yemek üçümüze de iyi geleceğinden Kavala'yı yalnızca bir mola noktası olarak kullanmaya kararlıyız. Yani, şehre zaman ayırmak ve tarihine odaklanmak gibi bir niyetimiz yok. Denizi görebileceğimiz ve kesinlikle yeşillikler içinde olsun istediğimiz bir mekan ararken sahildeki sıralı restoran ve kafeler içinden Seaview Kitchen Bar’ı seçiyoruz. (Adres: Plateia Karaoli 4, Kavala) Keyifli bir yemek oluyor. Özlediğimiz yüksek sesler, heyecanlı vücut dilleri ve yerli halkın yemek ritüellerini izlerken orada geçen birkaç saat bize iyi geliyor. Yemek sonrası ilk frappesine kavuşan sevgilinin de yüzü gülüyor. Daha ne olsun? Yolumuza devam ediyor ve seyahatin ilk durağına, yani senelerdir bir şekilde ertelediğimiz Selanik şehrine ulaşıyor ve tek gecelik şirin evimize yerleşiyoruz. Dairemiz şehrin kalbinde bulunan Aristotelous Meydanı‘nın bir arka sokağında ve lokasyonu sayesinde hızlıca şehrin yaşamına dahil olmamıza olanak veriyor. Selanik’te iki önemli amacımız var. İlki şehri kabaca tanımaya çalışmak, diğeriyse arkadaşımız Dimitra ile özlem gidermek…



Şehir daha ilk bakışta bile cıvıl cıvıl, yaşam kokuyor resmen! İnsanı yükselten bir enerjisi var şehrin, bu kesin. Tüm kafe ve barlar delicesine dolu. Meydanlarda müziğe kendini kaptırmış gençler ve orta yaşlı insanlar görüyoruz, dans ediyorlar. Yemeğe kadar biraz kokteyl, biraz kahve, biraz da bira içmek için ara ara soluklanalım derken sokaklar arasında sıkı bir gezinti yapmış oluyoruz. Aristotelous Meydanı'na ve sahil şeridine yakın bir lokasyonda olan One Cafe Bar kahve ve Dimitra ile kavuşma serüvenimize, (Adres: Karolou Ntil 1) bir roof bar olan Margarita At the Top of Senses ise kokteyllerimize ev sahipliği yapıyor. Margarita'ya bayılıyoruz. (Adres: Pl. Morichovou 11)

Tarih olarak da pek şanslıyız. Meğer şehrin en ünlü semtlerinden Ladadika
semtinde bira festivali varmış o hafta sonu. Zaten halihazırda şirinlik yayan nostaljik Ladadika sokakları, festival sayesinde daha da keyifliler. Eski zamanlarda bir pazar alanı olan ve trafiğe de kapalı tutulan Ladadika’yı görür görmez seviveriyoruz ve “beach bar” konseptinde dekore edilmiş Whope’da tüm kalabalığa rağmen yer bulup oturmayı ve biralarımızı tokuşturmayı beceriyoruz. (Adres: Lοudia 4)

Bu duraklamalar esnasında; şehrin simgesi kabul edilen ve sahil şeridinde bulunan Beyaz Kule-Liman ve iç kesimlerde de Ladadika-Rotunda semtleri arasında doyasıya yürüyoruz. Sokaklarda bol bol grafitiler ve muraller çıkıyor karşımıza ve yürüyüşler sayelerinde daha bir keyifli oluyor. Aslında basitçe şunu yapıyoruz; birbirine paralel üç ana cadde ve onu kesen sokaklarda dolanıyoruz. Sahil yolu Leof Nikis. Alışveriş caddesi Tsimiski ve Egnatia. Bu caddeler ve onların ara sokaklarında sayısız kafe, restoran ve bar görüyoruz. Sanki Atina’da gibiyiz ama bazı anlar sanki bir Yunan adasındaymışız gibi de geliyor. Değişik hisler…

Leof Nikis üzerinde sakince yürürken tüm kalabalıktan bağımsız Theo Angelopoulo’nun Eternity and a Day filmine kayıyor aklım. Hava bir anda kapatsa, elinde köpeğiyle filmin ana karakteri Alexandros bize doğru yürüyebilir belki gibi hissediyorum. Sevgili elbette yine delirdiğimi iddia ediyor, gülüyoruz..









Bu kadar yürümek ve kısa molalar sonrası, geç yemek yemekten hoşlanan Yunanlılar için de bizim için de akşam yemeği vakti geliyor. Dimitra bizi çok iyi tanıdığından, gelenekseli farklı bir yorumla sunan restoran Charoupi'ye rezervasyon yapmış. Aslında mekan modern bir dekorasyona ve menüye sahip olsa da sundukları yemeklerin bir kısmı Yunanistan'ın belki de en iddialı mutfağı diyebileceğimiz Girit semalarından geliyor. Menüdeki keçiboynuzu detaylarından anlıyoruz bunu kolayca, zira bu bitki Girit mutfağında sıkça kullanılıyor. (Ben de okuduğum bir kitaptan hatırlıyorum bunu..)

Bu restoranda beni en çok Sfakian Pie adıyla sunulan börekimsi şey cezbediyor. Hem keçiboynuzu unu ile yapılmış hem de üzerinde keçiboynuzu balı ile sunuluyor. Hakikaten tatlı-tuzlu lezzetleri seven biri için tadılası bir lezzet. Aslına bakarsanız yediğimiz her şeyi seviyoruz burada. En basit tabaklarda bile özenle seçilmiş ürünler kullanmışlar, bunu damağımızda hissedebiliyoruz. Girit şarabımızın yanına gelen minik kızarmış peksimetler, zeytin ve domateslerin tadı bizi restorana ve ana yemeklere karşı hızlıca motive ediyor. Keyifli ve de farklı bir akşam yemeği oluyor Charoupi'de deneyimlediğimiz ve tüm günün yorgunluğuna değiyor.



Sabah erken saatte çıkacağımız Meteora yolculuğu için heyecanlıyız ve dinlenmemiz gerek, o nedenle yemeği bir parça hızlandırıp sonrasında Alpico’yu dondurmasıyla da kavuşturuyor ve dairemizde uykuya kolayca yenik düşüyoruz. Bu arada dondurma için yürürken önümüze Mamaluka restoran çıkıyor. Öyle iç açıcı ve neşeli bir dekoru var ki; onu da notlara ekleyip, bir sonraki seyahate mutlaka diyoruz. Galiba bu restoranın 2015 yılındaki Mykonos seyahatimizde tanıştığımız Mamaluka ile de bir bağlantısı var, yoksa bu isim pek de tesadüf olamaz gibi..

S E L A N İ K - (SON GÜN)

Selanik şehrinde, hayallerden de güzel geçen seyahatimizin dönüş yolundayken bir gece daha konaklıyoruz. Yine iki ana amacımız var. Biri araba yolumuzu kısaltıp daha konforlu bir yolculuk geçirmek, diğeri de yine Dimitra ile yenecek bir akşam yemeği. Dimitra, kendisi için bir klasik olan ve yerliler tarafından da en sevilen (bir parça da turistik kabul edilebilir) meyhanelerinden birine, Agora Ouzeri‘ye götürüyor bizi. (Adres: Kapodistriou)

Ladadika’nın biraz daha içlerinde bulunan Agora’da standart masalar yerine, yüksek masa ve sandalyeleri tercih ediyor ve o akşam orada enfes bir yemek yiyoruz. Hayatımızda hiç tarama yatağı üzerinde, içinde kızartılmış nohut parçalarının da olduğu ızgara karides denememişiz. Bu tabak Dimitra’nın bu restorandaki favorisi, bizim de öyle oluyor. Hatta diyoruz ki; sadece bu tabak için dahi seyahat edilebilir bu şehre. O derece iddialı ve tavsiye edilesi… Yemekte uzo yerine tsipouro (çipro şeklinde okunuyor) içiyoruz hepimiz. İtalyanların grappası her ne ise, Yunanların tsipourosu da o benim için. Rakı ve uzoya göre çok daha sert olan, ama sabah uyandığınızda asla rahatsız etmeyen, baş ağrıtmayan, temiz bir içki kendisi.

Agora sonrası hem bir kafe/bar hem de bir “art place” olan Ypsilon’da içeriğinde tsipouro olan kokteyller deniyoruz. (Adres: Edessis 5) Mekanın enfes bir dinamiği var ve şehrin kesinlikle en sevdiğim noktası burası oluyor. Ypsilon, mektup demekmiş. Hem okuma hem dinlenme hem de çalışma yeri olarak kullanılıyormuş. Bu şehirde yaşasam, boş zamanlarımda bu mekanda kamp kurardım diye düşünüyorum. En köse masada, her iki sokağa da vakıf bir konumda muhabbet ederken resmen bitiyor pillerimiz.. Sabah için güzel bir deniz tavsiyesi alıyoruz Dimitra’dan ve yeniden kavuşma hayalleri kurarak ayrılıyoruz yanından.



Dimitra sonraki seyahati en az iki gün olarak planlamamızı rica ediyor, zira şehirde dolaşacağımız bir dolu gizli saklı köşeler varmış göstermek istediği. Bizimle o da kendi şehrinde turist oldu, pek mutluydu. Bu fikirden yola çıkarak sonraki seyahat için notlarımızı da tazeliyoruz sevgiliyle. Mesela Beyond the Wall ekliyoruz listeye, zira yürürken gördüğümüz bu minnoş bistronun bahçeli konumunu çok beğeniyoruz. Şehre yeniden gittiğimizde burası mutlak duraklardan biri olacak, biliyoruz. Dimitra yemek öncesi arkadaşlarıyla Arrogant’ta birer kokteyl içmiş, oraya da sizi götürmeliyim diyor. Onu da notlara ekliyoruz. Bir de, gece daha hareketli ve dansla geçsin istediğinde yine bir roof bar olan Matute’ye sıkça gittiğini öğreniyoruz. Onu da notlarımıza atıyoruz ki, sonraki seyahatte biraz dans da olsun hayatımızda. Ah bir de, Instagram’da takip ettiğim sayısız Yunan hesabı içinden birinde görüp not aldığım deniz kenarı restoranı Hamodrakas var. Bu restoranı da mutlaka ama mutlaka deneme niyetindeyiz sevgiliyle..



Seyahatin bu son gecesinin sabahında, Estrella’da, (Adres: Pavlou Mela 48) üzerine avokado ve krem peynir eklenmiş tombik bir omlet, Bougatsa denen tatlı börekleri ve daha çok Saronic Körfezi adalarında karşımıza çıkan Amygdalota (içi bademli ve dışı pudra şekeri ile kaplı kurabiye) sayesinde güne aşırı keyifli başlayıp, Kavala şehrine yakın plajların sıralandığı Ammolofi bölgesinde doğru yola çıkıyoruz. Yol ne de keyifliymiş meğer. Deniz kenarından manzaralara bakarken hızlıca ulaşıyoruz Ammolofi’ye. Burası upuzun bir sahil şeridi ve onlarca plaj işletmesi sıralanmış durumda. Bu haliyle, bize Puglia seyahatimizin Salento kıyılarının bir bölümünü hatırlatıyor. Genişçe otopark alanları sonrası ulaşılan plajlar içinden Peponi Beach Bar’ı seçiyoruz. Seçmek için tek kriterimiz mekanın konforlu minderleri ve temizce durması. Burayı, hem İstanbul’a yakın bir adres hem de denizi “hiç fena değil” kategorisinden aklımıza kazıyoruz, zira kısa tatillerde Ege kıyılarımıza uzanıp hayattan birkaç gün çalalım isterken, yoğun insan ve araç trafiği yüzünden istediğimiz lezzeti alamadığımızdan, Kavala’da konaklayıp, Ammolofi plajlarında pekala alternatif bir tatil yaratabiliriz kendimize gibi geliyor bize…


(Görsel Estrella'nin web sitesinden)

Şehirler hakkında, tarihi yerler ve sanatı harmanlayarak yazmayı seviyorum ben aslında ama Selanik şehri daha çok yeme-içme üzerine deneyimler içerdi bizim için. Elbette şehre dair tarihi yerler bilgim de oldu az çok, ancak o konuları başka sitelerden daha detaylıca elde edebilirsiniz diye düşünüyorum. Bu post için amacım, yemek konusunda az ama öz tavsiyeler vermekti. Şehir her ne kadar yüzlerce, belki binlerce alternatif sunuyor olsa da tavsiyelerimi kulak ardı etmeyin derim, zira ne gidilmiş olmak için gidildiler, ne de keyif ve lezzet sunmadıkları halde yazıldılar..

Tüm bu cümlelerin ardından; uzun yıllardır düzenli bir gidiş-geliş trafiğine sahip olduğum bir ülkenin ikinci en büyük kenti ile tanıştığıma da hakikaten mutlu olduğumuzu söyleyebilirim. Bu ülkede, yaşama dair hissettikleri tutku ve coşkuyu insanların yüzlerinde, gözlerinde, tavırlarında görmek ve dahası bunu ülkenin her şehrinde aynı lezzette bulabilmek de çok hoşuma gidiyor açıkçası. Şehir kesinlikle kalabalık, fazlasıyla betonlaşmış ve zaman zaman “güzel şehir” kategorisine konmayacak kadar da sevimsiz, ama diğer yandan da aynı Atina’da olduğu gibi, daha sokaklarına ilk adım attığınız an size kendini sevdiren, ışıldayan bir yanı da var. Gencecik bir lise talebesi gibi...

Bu şehirde yaşayan insanlar ya da bizim gibi ziyaretçileri şehri bu yüksek duygular yüzünden seviyordur diye düşünüyorum. Tabi bir de Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu yer olarak da manevi bir yakınlık kuruyoruz biz Türkler…



Bir de evet! o nefis şemsiyeler var… George Zongolopoulos imzalı Umbrellas Selanik şehrinin sahip olduğu çağdaş sanat eserlerinin belki de en popüler olanı.. Uzunca bir sahil yürüyüşü yapıp, bu güzelliğe ulaşmak ve kendisiyle yakın bir iletişim kurmanız mümkün. Şemsiyeler önce 46. Venedik Bienali kapsamında Venedik şehrinde sergilenmişler. Daha sonra Brüksel’de Council of Ministers of the European Union binası önüne gelmişler ve en son da kendi ülke sınırlarına geri dönüp, yerleşik bir hayata geçmişler.

Sırada Selanik'te verdiğimiz ilk durak sonrası kavuştuğumuz ve mistik dünyaya giriş kategorisinden varsaydığım can'ım Meteora var.

Sevgiler
lulu
x