Öne Çıkan Yayın

PUGLIA - Itria Vadisi

16 Mayıs 2019 Perşembe

DUBROVNİK - Plajlar ve Riviera

Selam yeniden!

Sıra Dubrovnik merkezli deniz tatilimizde deneyimlediğimiz ve tavsiye edilmeye değer plajlar ile Elaphiti adaları dışında kalan ve hem tekne hem de arabayla ulaşabileceğiniz Dubrovnik Rivierası'na geldi. Bu kısmı da mümkün olduğunca detaylıca anlatmak istiyorum, zira yaz aylarını kapsayan seyahatlerde, eğer denizi de seviyorsanız bu kıyıların keşfi kaçırılmamalı diye düşünüyorum..

Ziyadesiyle küçük bir yerleşim yeri olarak tanımlanabilecek bir şehirde hakikaten şaşkınlık yaratacak kadar çok plajdan bahsetmek mümkün. Kimi kum (ki kum plaj hakikaten çok çok az) kimi çakıl taşlı kimi de direkt kayalık alanlardan oluşan enfes yüzme noktaları var Dubrovnik çevresinde.. Günlük turlar veya özel olarak kiralanan tekneler sayesinde çok büyük bedeller ödemeden yüzme keyfine herkeslerden bağımsız ve de yapayalnız varmanız mümkünken, plaj işletmeleri sayesinde tüm günü konfor içinde de geçirebiliyorsunuz. Bakir sahiller ise deniz piknikleri için de her daim emrinizdeler..

Merkezde yani eski şehre çok yakın birkaç plaj şansı varken, yarım saatlik bir yolculukla enfes koylara ve plaj işletmelerine ulaşılabiliyor. Surların hemen dışında kalan otobüs duraklarından kalkan otobüslerle bu koy ve plajların bulunduğu bölgelere ulaşım son derece kolay ve konforlu. Yani diyeceğim şu ki; Dubrovnik'te sizi tam anlamıyla tatmin edecek yüzme noktalarını bulmanın sırrı merkezin bir parça dışına çıkmak..

Banje Beach: Eski şehirden Pile Kapısı üzerinden çıktıktan sonra kısa bir yürüyüşle ulaşılan, şehre en yakın ve en popüler plaj kendisi oluyor. Küçük çakıl taşlı bir sahili var ve kulüp mantığı ile hizmet veren işletmesi yemek bakımından da hizmet bakımından da oldukça başarılı. Otelimiz The Pucic Palace bu plaj ile anlaşmalı olduğundan, sabah kahvaltısı öncesindeki yüzme keyfimizi bu plajda yaşadık genellikle. Denizi oldukça sakin ve plaj yaşamı yeni yeni hareketlenmeye başlamışken o enfes sularda ve Lokrum Adası’na doğru yüzmek hakikaten çok çok keyifliydi. Gel gelelim, yoğun yaz sezonunda saat 11:00 sonrası bu plaja ayak basmak aklımızın ucudan dahi geçmedi, zira şehrin en yakın plajı olması nedeniyle, her daim müthiş kalabalıktı. Belki sezonun başı ya da sonu olsa durum değişebilirdi, ama bizim tarihlerimizde yalnızca sabah yüzmelerine uygun olabildi. (Plajda şezlong kişi başı 100 Kuna)



Suluci Beach: Şehre yakın, taşlık, kayalık ve organize olmayan minik bir plaj burası. Şehri gezdim, çok az vaktim kaldı, bir de yüzme deneyimi yaşamalıyım diyenlerin tercih ettiği bir nokta diyebiliriz aslında. Diğer yandan Game of Thrones hayranları için de pek önemli bu plaj, zira Lovrijenac yani King’s Landing’in hemen yanıbaşında ve manzarası da bu anlamda gözlere şenlik. Organize bir plaj değilse de mevcut olan küçük barından faydalanabiliyorsunuz.

Sveti Jakov Beach: Eski şehrin biraz daha dışında kalan ama dilenirse yürüyüşle de ulaşılabilecek organize bir plaj burası. Banje çok yakın belki, ama Sveti Jakov da yürümeye değecek güzellikle bir çakıl plaj.. Gün boyu yararlanmanın mümkün olduğu bir bar ve restoranı mevcut, ama kendi imkanlarınız ile plaj pikniği de yapabilirsiniz burada. Ayrıca da kayak kiralamak belki de en kolay buradan mümkün oluyor diyebilirim. 



Rixos Libertas Dubrovnik: Şehir merkezine çok yakın ve hem yüzmek hem de konaklamak için en çok tercih edilen otellerden biri kendisi. Otel, bünyesinde konaklayan müşterileri dışında dışarıdan gelen misafirlerine de plaj işletmesinden faydalanma imkanı tanıyor. Merkezde bu denli organize bir işletme bulmak mümkün olmadığından tercih edilen bir işletme diyebiliriz Rixos için.. Hem havuz hem de kayalıklardan denize girmenin mümkün olduğu, geniş bir güneşlenme alanı yanında yine geniş bir restoranı da bulunan Rixos, lezzet anlamında da diğer plajların üzerinde kalıyor. (Bu arada 2018 yılında restoran şefinin bir Türk olduğunu öğrendik. Bu sayede, menüsünde gözlemlediğimiz Türk lezzet esintilerinin nedenini de öğrenmiş olduk.)

Kum ya da çakıl taşlı bir sahili bulunmuyor Rixos’un ama kocaman bir teras alanından merdivenle inip, dar bir beton üzerinden hızlıca Adriyatik sularına ulaşmanız mümkün oluyor. Bu arada merdiven kullanmak yerine terastan direkt denize atlayanlar da yok değil..



Sunset Beach Club: Merkezden uzaklaşıldığında şehre yakınlığı sayesinde en çok tercih edilen bölge olan 
(hem konaklama hem de deniz olarak) Lapad’ın plaj işletmelerinden birisi Sunset.. İsmi üzerinde, yaz aylarında gün batımı için iyi bir adres kendisi. Aslında sevimsiz bir beton zemin üzerinde kurulu bir işletme Sunset, ancak hizmet, lezzet ve deniz olarak çok tatmin edici olduğu söyleyebilirim. Giriş ücreti yok. Şezlong, şemsiye ve kabinlerse ücretli. Bunun yanında, koltuklu kısımda adisyon açtırırsanız ödeme yapmanız gerekmiyor ve gün boyunca vaktinizi bu koltuklarda keyifle geçirebiliyorsunuz. Akşamları ise plaj önce restorana ve daha sonra da gece kulübüne dönüşüyor.



Uvala Beach: Lapad bölgesindeki Sunset Beach’in hemen yanı başındaki halk plajında bulunuyor bu işletme.. Yine taşlık bir plaj ve sezonda hakikaten çok kalabalık. Biz Uvala hem kalabalık hem de taşlık olduğundan, direkt iskeleden denize girmek daha rahat olur düşüncesiyle Sunset Beach Club’ı tercih ettik ama yoğun sezon dışında bu plaj da keyifli olabilir diye düşünüyorum. Bu arada sırasıyla Uvala ve Sunset Beach olarak devam eden sahil, Sunset sonrası da çakıllı bir sahil olarak devam ediyor. Gördüğüm, çoçuklu aileler deniz içindeki şişme oyun parkı nedeniyle sahilin bu tarafını daha çok tercih ediyorlar ama işletmeler hakında hiç bilgim yok...



Copacabana Beach: Babin Kuk, yani büyük otellerin çevrelediği bölge, plaj işletmeleri anlamında da şehrin en başarılı bulduğumuz bölgesi oldu. Hakikaten kaliteli, hijyenik ve derli toplu plaj kulüpleri deneyimledik bu bölgede ve merkezden kalkan otobüslerle de çok rahat ulaştık kendilerine. Gözümüze değen ve de tavsiye edilen plajlardan biri de Copacabana’ydı. Hem kum/çakıl karışık sahilinde bulunan şezlong düzeni hem de beton zemin üzerinde güneşlenme ve tül detaylı locaları vardı işletmenin. Güneşin gözden yitirilmesi sonrası yavaş yavaş başlayan partileriyle de sabaha dek hayatın devam ettiği bir gece kulübüne dönüşüyordu.. Ama yine de benim hatırımda gün batımının en güzel izlendiği nokta olarak yer etti.. Öyle güzel, öyle güzeldi ki; sanki güneş yalnızca o an ve yalnızca orada batıyor gibi bir hisle doldurdu içimi...



Coral Beach Club: Yine Babin Kuk bölgesinde bulunan ve benim kişisel olarak favorim olan plaj işletmesi kendisi! Denizi mükemmel, işletmesi mükemmel, lezzetler bir plaj için hakikaten çok üst seviyede ve paylaşımlı kokteylleriyle de tam bir happy hour mekanı burası.. Hizmet kısmında yoğunluğun verdiği ufak tefek aksamalar oluyor elbette, ama takılınacak bir durum değil bana göre. Giriş ücreti uygulanmıyor Coral'da ama şezlonglar ücretli. Hatta bütçeniz el veriyorsa 240 Kuna gibi bir rakam ile çift kişilik şezlongları da var ve pek rahatlar. Ancak yine Sunset Beach Club'da olduğu gibi koltuklarda adisyon açtırarak tüm günü yeme-içme dışında ekstra bir ücret ödemeden geçirebiliyorsunuz. Sunset'e göre koltukları çok daha rahat ve ortamı da daha kaliteli diyebilirim. Gün batımı sonrası Coral Beach de gece kulubü mantığına dönüyor ve çılgın konsept partileri sabahın ilk ışıklarına dek sürüyor.





Lokrum Nude Beach: Alternatif gezilerde bahsettiğimiz Lokrum Adası'nın ve elbette Dubrovnik şehrinin en alternatif plajı kendisi.. Çıplaklık söz konusu diye çekimser kalır mısınız bilemem ama enteresan bir deneyim sunduğu kesin.. Eğer biz normalin dışına çıkmayalım diyorsanız, adanın "Dead Sea" denilen sakin sularında ya da adanın tam arkasında kalan kayalık alanlarda da yüzebilirsiniz.





Sunj Beach: Yine Alternatif gezilerde bahsi geçen, Elaphiti Adaları grubundaki şirin ada Lopud’un plajı burası. Adalardaki yüzme noktalarına ayrı ayrı değinmek istemiyorum aslında, ama burası hakikaten altı çizilesi bir plaj.. Ulaşmak için tekne kullanmanız şart olduğundan, bu şansınız olursa çok keyifli bir gün geçirebilirsiniz bu plajda, zira kendisi kum plaj sevenlerin şehirdeki yegane kaçış noktası, hatta belki de Dubrovnik çevresinde deneyimleyebileceginiz tek kum plaj bile denebilir. Eğer üç Elaphiti adasını kapsayan günlük tekne turları ile Lopud’a uğrarsanız Sunj’a zaman ayırmanız pek mümkün olmayacaktır, ama bireysel organize edeceğiniz gezilerde bu güzel sahili doyasıya yaşayabilirsiniz.

R I V I E R A

Deneyimlediğimiz ve bahsettiğim plajlar dışında; otobüs ya da araba ile ulaşmanın son derece kolay olduğu, ama tekne ile gezmenin çok daha keyifli olduğu kıyılar da var Dubrovnik şehri çevresinde ve bu çevre Riviera olarak adlandırılıyor. 

Riviera’yı gezmek, Elaphiti Adaları dışında kalan kıyı şeridinin enfes sularında da yüzme şansı tanıyor ziyaretçilerine ve bence bu da kesinlikle atlanmaması gereken bir aktivite, zira şehri orta nokta olarak kabul edersek; şehrin sağı ve solunda kalan tüm kıyının pitoresk görüntülerle donanmış olduğunu söyleyebilirim.. Kayalık ya da çakıl taşlı sahiller, her Dubrovnik bahsi açıldığında söylediğim gibi; üzeri jel ile kaplamış hissi veren muazzam bir deniz, çam ve zeytin bahçeleri, gözlere şenlik tepeler, mis kokulu üzüm bağları ile hakikaten deneyimlenesi bir bölge kendisi..











Dubrovnik eski limandan çıkıp güney kıyılara doğru uzanırsak;

Mlini, Zupa bölgesinde bulunan kayalık ve çakıl taşlı bir kıyı köyü. Yerel işletmelerin de bulunduğu birkaç plajı mevcut bu köyün. Bir plajdan diğerine de kolayca geçiliyor. Kısıtlı olsa da restoran alternatifleri de bulabiliyorsunuz..

Plat yine Mlini gibi Zupa bölgesinde bulunan çakıl taşlı ve şıkır şıkır sahillere sahip köylerden biri. Kalabalıklardan kaçmak adına da mantıklı bir adres diyebiliriz..

Cavtat bildiğiniz üzere şehrin en sevilen konaklama noktalarından biri, zira genişçe bir alanda bulunan ve her türlü ihtiyacınızı karşılayabileceğiniz bir yerleşim bölgesi kendisi. Kljucice Plajı, kasabanın popüler plajlarından biri. Çakıl ve de kayalık olduğunu eklemeye sanırım artık gerek yok, zira bu tip plajlar bölgenin kesinlikle karakteristik bir özelliği..

Kupari, Srebreno sahillerinin de ismi geçiyor notlarımda ama kendilerine dair bir deneyimimiz olmadı.

Şehrin kuzeyi kıyıları ise şöyle bir rota sunuyor;

Veliki ve Mali Zaton için şehir limanından çıkıp, kuzeye doğru yol aldığınızda uğranacak ilk adresler diyebiliriz. Lokal yazlıkçıların evlerinin önünde, nefis bir su renginde ve keyifle yüzebilirsiniz bu plajlarda..

Orasac çok güzel bir sahil ve çevre yeşillikleriyle teknemizi kıyıya yaklaştırıp doyasıya yüzdüğümüz bir köy oldu. Restoranları ve kalesiyle de çok ünlü bir köy kendisi..

Trsteno yüzmenin dışında doğası ile de insanı büyüleyen adreslerden biri. Bitki örtüsü hakikaten muhteşem görüntüler sunuyor. Bir Rönesans doğal parkı olan ve GOT dizisinde de kullanılan "Arboretum"a da sahip olduğundan mutlak uğranası bir adres diyebilirim kendisine.

Brsecine ise benim bu kıyılarda en sevdiğim yüzme noktam oldu. Çok sevdim, ama çok çok sevdim bu enfes sularda yüzmeyi.. Deniz kenarında olmak, ama şehirden fazla uzaklaşmadan kalabalıklardan uzaklaşmak istediğinizde burası kesinlikle mükemmel bir tercih olur diyebilirim.

Brsecine sonrası daha da kuzeye çıkıldığında çok sevilen Slano bölgesine ulaşılıyor, ama biz sınırları daha da yukarı çekmedik, daha doğrusu küçük bir görünmez kaza yüzünden çekmemeyi tercih ettik. Ayrıca da yolda geçecek zaman yerine, sevdiğimiz koylarda doyasıya yüzmeye devam ettik.. Bence doğru bir karardı. 



Sevgiler ve de Mutlu Deniz Tatilleri!
lulu
x

Dubrovnik Vol.1 - Şehir Rehberi
Dubrovnik Vol.2 - Alternatif Geziler
Dubrovnik Vol.3 - Yeme-İçme Rehberi

9 Mayıs 2019 Perşembe

DUBROVNİK - Yeme - İçme Rehberi

Selam!

Blog yazarı dahi olsa bir yazarın asla başına gelmemesi gereken bir şey geldi başıma ve Dubrovnik kıyıları ve plajları hakkında yazdığım detaylı yazı silindi, kül oldu gitti.. Neden el yazısını bu kadar çok sevdiğimi soran arkadaşlarıma "işte bu yüzden" diye haykırmak istiyorum, hatta bir parça da gözyaşı...

Neyse ki anılar her daim cebimde ve hepsini detaylıca yeniden yazana dek yeme-içme kısmını paylaşayım diyorum..



D U B R O V N I K   Y E M E - İ Ç M E

Dubrovnik, özellikle de eski şehir bölgesi restoran anlamında müthiş bir çeşitliliğe sahip. Her bütçeye, her damak zevkine hitap eden alternatifler bulmak kesinlikle mümkün. Deneyimlediğimiz ve de sevdiğimiz mekanları elbette paylaşacağım, ama bilin ki şehirde lezzet seçenekleriniz çok çok geniş olacak. O nedenle mekanlara geçmeden evvel Dubrovnik mutfağı bize neler sundu biraz onlardan bahsetmek istiyorum.

Çok net gördüğümüz bir şey varsa, o da bölge mutfağının yakın komşuluk ilişkileri nedeniyle hem Akdeniz hem de Balkan mutfağından izler taşıyor oluşu.. Bahsedilecek en öncelikli lezzet balık ve deniz ürünleri. Her daim tazecik bulunması mümkün olan deniz ürünlerini son derece başarılı ve lezzetli bir şekilde yorumluyorlar. Bu konuda geçmişten gelen geleneksel yöntemlerden pek şaşmadıklarını söylüyorlar ve özellikle deniz ürünlerinde farklılaşabilen pişirme teknikleri uygulansa da tabakları olabildiğince yalın bir halde sunmayı tercih ediyorlar. Salata ve makarna tabaklarına da bolca eşlik ediyor deniz mahsulleri. Benim için, ilk seyahatte de bu son seyahatte de en sevilesi deniz mahsülü midyeydi diyebilirim. En basit hali ile pişirilmiş versiyonu dahi aşırı lezzetliydi.

Dubrovnik'in çevre kasabalarından biri olan Ston, taze kabukluların ve istiridyenin dünyadaki merkezlerinden biri kabul ediliyor. Bir istiridye tutkunuysanız, Dubrovnik şehrine bir/bir buçuk saat uzaklıktaki bu nefis kasabada bir istiridye şöleni yaşayabilirsiniz..

Elbette şehrin deniz kıyısından uzaklaştıkça balık da yerini ete bırakıyor. Mesela; Neretva Vadisi tarafında yapılan yaban ördeğini pek övüyorlar. Merkezden uzaklaştıkça geleneksel yemekler daha sık karşımıza çıkarken, şehre yakınlaştıkça dünyanın popüler mutfaklarını menülerde daha sık görüyoruz. Mesela İtalyan mutfağının lezzetleri birinci sınıf restoranların da küçük kafelerin de menülerinde yer buluyor. Çevrede bolca pizza restoranları bulacağınıza ve hatta kesinlikle mutlu olacağınız pizza denemeleri yapacağınıza da emin olabilirsiniz. Bu arada enfes tavuklar yeme şansınız var bu mutfakta. Hatta bana göre tavuk konusunda başka bir boyuttalar. Fırın sistemini çok iyi bildiklerinden geliyormuş bu başarıları. Özellikle doğal yetiştirilmiş ve “organik” ibaresi ile tavuk servisi veren restoranlarda bu denemeyi yapmanızı öneririm.

Fırın demişken; börek, turta, kurabiye vs gibi pastane ürünlerinin lezzeti de yine fırın konusundaki deneyimlerinden kaynaklanırmış. Yalnızca şehrin değil, Hırvatistan’ın tamamında çok popüler olan kekleri Medimurska Gibanica bu anlamda mutlaka denenmeli geleneksel pastane ürünlerden biri. Tort od Makarula da gitmeden evvel not aldığım lezzetlerden biriydi, ama sıradışı görüntüsü beni kendine hiç çekmedi..

Lokal pazarları gezmek, her yurt dışı seyahatinde sevdiğimiz aktivitelerden biri. Yurdumda (Ege’ye doğru inmedikçe) ya da daha doğru bir tanımla kendi şehrimde bu keyfi yaşamak pek mümkün olmadığından, gittiğim Avrupa şehirlerinin “medeni” pazar ortamı bana çok cazip geliyor. Her sabah otelimizin hemen önündeki Gundulic Meydanı’ndan kurulan ve yine sabah erken saatlerde şehrin dişindaki liman bölgesi Gruz’da kurulan lokal pazarlar köylülerin kendi mahsullerini sattıkları hakikaten lokal olarak tanımlanabilecek pazarlar. Gundilic bir miktar sebze-meyve, ekmek- peynir ve şarküteri pazarı olmanın dışına çıkmış durumda, ama nefis manzaralar sunan, minnacık ve yerelliğine ve gösterilen özenine hayran kaldığımız bir pazar kendisi. Gruz ise, Gundulic yanında aşırı lokal kalıyor ve yalnızca sebze-meyve ve miktar da çiçek üzerine kuruluyor diyebilirim. Bu pazarlardan alışveriş yapıp, kiraladığınız evde yemek yapmanız da pekala mümkün.





Mekan tavsiyelerime öncelikle otelimiz sayesinde deneme fırsatı bulduğumuz “üç güzeller”den başlamak istiyorum. Kendileri; restoran, cafe ve wine bar olarak sıralanıyorlar.

Restorandan başlarsam, aslında otel restoranlarının lezzetlerine karşı biraz mesafeli olmama rağmen La Capella Terrace & Restaurant’ın otelden bağımsız olarak değerlendirilmesi gerektiğine çok eminim. İki akşamımızı ayırdığımız ve mükemmel bir deneyim olarak tanımlayabileceğim La Capella lezzetleri bu seyahatin bizim için "en"i oldular. Denediğimiz her tabağın özenine, seçilen malzemelerin tazeliğine ve sunumlarına bayıldık. Favorilerim kesinlikle peynir ve şarküteri tabağı, falafel topları, risotto ve trüflü makarnaydı. Et benim için biraz eziyetli bir seçimdir normalde, ama yediğimiz dana yanağını hala zaman zaman anıyoruz sevgiliyle… Bir de, yemek sonundaki "lava cake" fazla tatmin edici bir lezzetti. Paylaşımlı değil kişi başı söyleyip hepimizin tabağı silip süpürdüğünü söylemeliyim.. Bu arada, restoran otelin terasındaydı ve teras bir de minik şapele sahipti. 1938 yılında otelin, daha doğrusu sarayın eski sahibi Baron Mayneri tarafından ailesi için yaptırılmış bu şapel.
(Fiyat sehir ortalamasının üzerinde, rezervasyon ise yaz aylarında şart diyebiliriz)







Yine Pucic Palace’a bağlı ve sabah kahvaltıları için kullanılan
Cafe Royal özellikle a la carte kahvaltı seçeneği ile bizi tam kalbimizden vurdu demiştim hatırlarsanız.. Bu detayı seyahat öncesi bilmiyorduk ve otele varıp öğrendiğimizde ve menüdeki seçenekleri tek tek deneyimleğimizde anladık ki; şehrin en iyi kahvaltı seçeneklerinden biri ya da belki de en iyisi burası olmalıydı. Kahvaltı tabaklarından “Organik Breakfast” ve "pancake" menüde en sevdiğimiz lezzetler oldu.

Bu arada şunu da eklemem gerek; Cafe Royal hemen önünde kurulan pazar nedeniyle haftanın bir tek Pazar günü dış mekanda kahvaltı servis edebiliyor, zira yalnızca o gün meydandaki lokal pazar kurulmuyor. Bu nedenle Pazar günleri hariç, mekanın iç salonunda serin serin kahvaltı ediyorsunuz.

Pazar kurulduğu günler ise tezgahları saat 12:00’de topladıkları için, sonrasından Royal masalarını meydana çıkartıyor ve gün boyunca ve akşamları cafe ve restoran olarak hizmet vermeye devam ediyor. Konumu nedeniyle daima kalabalık bir mekan. La Capella gibi rafine bir şef mutfağı değil elbette, ama biberiyeli organik tavuk, tavuğa hasret bir aile olarak damağımızda ve tat hafızamızda çok iyi bir yere sahip oldu diyebilirim.
(Fiyat ortalama, rezervasyon değil ama boş masa kovalamak şart)





Razonoda Wine & Tapas Bar; otelin giriş kapısı yanından ayrı bir girişi bulunan, şehrin en iyi şarap barlarından biri. Hem Hırvatistan şaraplarını hem de lokal peynir ve şarküterileri deneyimleyebileceğiniz bir adres kendisi. Yanlış hatırlamıyorsam 70’e yakın şarabı bardak olarak seçebiliyorsunuz. Barmene gidip tam olarak nasıl lezzetlerde şarap sevdiğinizi söylemeniz yeterli. Geçmişte şarap konusunda çok iddialı bir bölgeymiş Dubrovnik ve çevresi. Özellikle de Yunanlılar sayesinde çok gelişmişler üretim anlamında, ama daha sonraları Osmanlı işgali ile bu gelişim geriye gitmiş. 2000’li yıllarda ise ciddi adımlarla birçok önemli üzümü başarılı bir şekilde yeniden yetiştirmeye başlamışlar ve lezzet gelişimleri de buna bağlı olarak artış göstermiş. Posip, Kuca Glavic ve Tribidrag ismini en çok duyduğumuz şarap isimleriydi ve hepsini kadeh olarak Razonoda’da deneyebildik..

Yemek sonrası iyi bir fikir bu bar, ancak bir akşam yemeğini hafif geçiştirerek şarap/şarküter/tapas keyfi yapmak isterseniz de tavsiye edebilirim. Biz böyle bir gece geçirdik, nefisti.. Sonrasında da gecemizi Club Revelin’e bağladık, zira kendisinden kaçmak neredeyse imkansızdı.. 



Taj Mahal Bosnian Cuisine: Buralara dek gelmişken ve Hırvatistan mutfağında Boşnak lezzetleri genişçe yer buluyorken, eski şehrin hemen dışında kalan en popüler Boşnak restoranına gittik elbette. Tarhana çorbası, ev yapımı sucuk, börekler, Cevapi Köfte, Shopska Salad (bayılırım bu salataya!) derken, seyahat boyunca yediklerimizin dışında farklı bir lezzet deneyimi yaşamış olduk. Güzel miydi? Evet. Mükemmel bir örnek mi? Elbette hayır... 
Ben de Belgrad seyahatinde bu mutfağı detaylıca deneyimlediğimden çok daha iyi olabilirdi diyebilirim..

Bu arada Taj Mahal öyle popüler bir isim ki; daima kapısında kuyruk var ve kesinlikle rezervasyon gerekiyor.. 



Turist; Gruz Limanı’na yolunuz düştüğünde uğramanızı çok tavsiye edeceğim, ünü lokaller arasında kendini aşmış küçücük bir börekçi dükkanı. Bu minnak dükkandan kıymalı Boşnak böreği denemenizi şiddetle öneririm. Gruz yerel pazarı sonrası bu dükkandan börek almış ve otelimizden de kahvaltımızda çay ve bol domatesle beraberinde sunmalarını rica etmiştik. Kırmadılar.. 





Restoran Amoret; eski şehrin sevilen mekanlarından biri. Şehrin diğer meydanlarına göre kısmen daha sakin kalan ve Dubrovnik Katedrali’nin ana kapısına bakan küçük meydanda konumlanan dış masalarında geçirmiştik bir gecemizi. Elbette ilk akşamımızda La Capella deneyimi yaşadığımız için çıtamız yükselmişti, ama yine de keyifle hatırladığımız bir deniz ürünleri masasına sahip olduğumuzu söyleyebilirim.

Olivia Pizzeria; ilk önce çocuklar için pizza alıp, daha sonra çok beğendiğimizden bir akşamımızı buraya ayıralım dediğimiz lokal bir pizzacı. Hatta çok da tatlı bir şey yapıp pizzaları Olivia’dan, şarabımızı Razonoda Wine Bar’dan –buz kovası beraberinde- alıp Dubrovnik Katedrali’nin merdivenlerine oturmuştuk. Yani tam Restoran Amoret’in dış masalarının karşısında kalan merdivenlere… Hep mutlulukla hatırladığım bir gece yaşadık o merdivenlerde. Alabildiğine biz, süper neşeli ve tam bir “life in Dubrovnik” deneyimi diyebilirim.. Hatta şarabımız bittikçe Amoret’in garsonlarından şarap servisi almamız da mümkün oldu.
Nefis oldu.



Restaurant 360 için şehrin en havalı restoranı denebilir. Açıkçası denemek aklımızda yoktu, ama romantik bir akşam planı yapacak olsaydık ilk adresimiz kesinlikle burası olurdu diye düşünüyorum.. Nautika Restaurant da aynı şekilde bizim deneyimlemediğimiz ama ismini çokça duyduğumuz popüler adreslerden biri. Kendisini her Pile Kapısı çıkışında görebileceğiniz kadar da merkezi bir konumu var. Yüksek sezonda pek ilgi çekmiyor, çünkü restoran giriş kapısının bulunduğu yer 
hakikaten aşırı kalabalık oluyor, ama diğer yandan da görülesi bir manzarada yemek yeme şansınız oluyor. Daha önceki Dubrovnik seyahatimiz Aralık ayında olduğundan, burada hem manzaraya karşı soluklanmış hem de birer bira içimiştik..

Eski şehrin dışında ama çok da uzak olmayan enfes adreslerden biri de Pantarul. Oldukça başarılı bir –Italya ağırlıklı- uluslararası bir mutfak kendisi.. Özellikle akşam yemekleri için rezervasyon şart.

Uzun seyahatlerde mutlaka yerel ya da genel mutfağın bir parça dışına çıkası geliyor insanın. Mütevazi bir sushi ve istiridye restoranı olan Oyster & Sushi Bar Bota bu anlamda sizi mutlu edecek bir alternatif olabilir. İstiridye denemesini burada yapmak ister misiniz bilemem, ama sushiye şans verebilirsiniz. Takenoko’dan ise şehrin en iyi Japon restoranı olarak bahsediyorlar. Deneyimlemedik ama burada notu bulunsun, zira görselleri ve de terası çok cezbetmişti bizi.

Kokteyl? 

Konumu gereği manzarasına doyulmaz bolca mekan alternatifi sunan şehrin sevilesi kokteyl adreslerinden birkaç tavsiyem olacak elbette. Cave Bar, adı üzerinde bir mağara içinden geçilip deniz ile sizi baş başa bırakan bir kokteyl noktası. Denize olan yakınlığı insana Mykonos’un Little Venice bölgesindeki küçük kokteyl dükkanlarını hatırlatıyor.. Panorama Cafe, lokallere göre şehrin en iyi ve en uzak nokta şehir manzarasını sunuyor (teleferik ile ulaşılan meşhur seyirlik teras). Tavsiyem yemekten ziyade 
birer kokteyl ve atıştırmalıklar eşliğinde manzaranın keyfini çıkartmanız. Buza Bar, tekne ile gelip geçerken gözümüze çarpan, kayaların üzerinde konumlanmış ve beyaza boyalı demirlikleri ile hemen fark edilen adreslerden biri.. Kendi halinde bir işletme ama mükemmel bir seyir noktası gerçekten.. Villa Dubrovnik şehrin manzara konusundaki havalı adreslerinden biri. Aslında bir otel kendisi, ama çatı katındaki Prosciutto & Wine Bar nefis bir Adriyatik manzarasına sahip. Above 5 Rooftop ise şehrin kırmızı çatı manzaralı en iyi kokteyl adresi diye biliniyor.. 

Bu mekanlar benim notlarıma girenler, ancak emin olun ki; hem deniz hem de kırmızı çatı manzarası sunan onlarca tercihiniz olacak şehirde..

Ah, yaz ve dondurma!

Bu ikiliyi kesinlikle atlamamak gerekiyor. Elbette çocuklu tatilcilerin ritüelierinden biri akşamları mutlaka dondurma yemek olduğundan, her akşamımızın en az 15 dakikası dondurma tezgahlarının önünde geçti diyebilirim. Özellikle de Peppino's'da. Naneli ve bitterli çeşitlerini (her ne kadar artizan bir dondurma olmasa da) sevdik. Sladoledarna ve Gossip de şehirdeki ünlü dondurma noktalardan diğer ikisi.

Dondurmaya tamamız biz, ama gel gelelim neredeyse her köşe başına bir şube açmış Captain Candy dükkanından bir kez bile içeri girmedik. Arada yaramazlık yapmayı seviyoruz aile olarak elbette, ama göz göre göre de bu tip işlere bulaşmak istemiyoruz. Yine de şeker, marşmelov ve Haribo tipi yumuşakçaları seviyorsanız adresiniz çok net burası olur.



Son olarak; ben kahveci değilim ama artizan kahve için sevgiliden size sevilesi bir adres tavsiyesi aldım; Cogito Coffee Shop.

Sevgiler
Lulu
x

Post 1: Dubrovnik Şehir Rehberi
Post 2: Dubrovnik'te Alternatif Geziler
Post 4: Dubrovnik Plajlar ve Riviera

DUBROVNİK - Alternatif Geziler


Selam Yeniden!

İlk post genel şehir notlarını içerirken, ikincisinde biraz detaylara girip, daha çok yaz aylarında yapılabilecek çevre aktiviteleri kendi deneyimlerim ışığında anlatmak istiyorum.. 

A K T İ V İ T E L E R   ve   A L T E R N A T İ F   G E Z İ L E R

Kale Surlarında Yürüyüş: Zamanında şehri korsanlardan ve şehre gelecek davetsiz misafirlerden korumak için kentin etrafına inşa edilen ve yüzyıllardır açık denizin hemen yanı başında duran kale surları sanırım ki Dubrovnik dendiğinde akla gelen ilk güzellik. O yüzden ki surlar ve sunduğu manzaralar izleyeni çarçabuk etkisi altına alıveren enfes bir turistik aktivite oluyor.. Beyaz kireçtaşlı sokaklar, Barok binalar ve sayısız kırmızı çatılar sunan manzaralar jölemsi görünümüyle Adriyatik Denizi ve çevre adaların güzelliğiyle birleşince gözleri ve ruhu mükemmel bir şekilde tatmin ediyor.

Ortaçağ’dan bugüne ulaşmış, yüksekliği yirmi metreleri bulan, üzerinde küçüklü büyüklü birçok ihtişamlı kule bulunan, Unesco Dünya Mirası ve Avrupa’nın en iyi korunmuş surları kabul edilen şehir surlarına çıkıp yapılan yürüyüş bir parça yorucu olsa da, kesinlikle yapılmalı bir aktivite.. (Kış aylarının keskin rüzgarlarından, yaz aylarının da yoğun sıcağından korunmak için önlemlerinizi almanızı özellikle tavsiye ederim).

Surlara çıkış noktası; Pile kapısından eski şehre girer girmez hemen solunuzda kalıyor. Giriş ücreti 2018 yılında kişi başı 150 Kuna iken, 2019 yılında bu rakam 200 Kuna olarak belirlenmiş (7 yaşa kadar çocuklar ücretsiz, öğrenciler ise 50 Kuna). Bu arada giriş bileti Lovrijenac Kalesi’ne de giriş hakkı veriyor.



Kayak: Surların kıyıları ve de yakın çevresinde yapılan su kayağı şehrin en popüler ve ikonikleşmiş deniz aktivitelerinden biri. Bireysel olarak kiralama yapmanın dışında, toplu gruplar ile belirli rotalar dahilinde de kayak yapılabiliyor. Kendisi bizim deneyimlediğimiz bir aktivite olmadı, ancak ilgilileri için surların yakınında kürek çekmek ve o esnada şehrin tarihi ile baş başa kalabilmek sanırım ki keyifli olur..

Teleferik Seyehati: Dürüst olmam gerekirse, benim tercihim kesinlikle surların üzerinden gördüğüm şehir ve deniz manzarasıydı, zira manzaraya yakın olmayı daima sevmişimdir.. Ancak, yok mu bu şehrin daha da yüksek bir seyir noktası derseniz; teleferik ile cüce SRD Dağı’na çıkıp kimilerine göre şehrin en iyi manzarasına kavuşabilirsiniz.. Özellikle gün batımı zamanları şehrin en kalabalık noktalarından biri oluyor burası. Teleferiğe de eski şehir dışında kalan Boskoviceva sokağından ulaşabiliyorsunuz.

Game of Thrones: Bu turu ister kendiniz isterseniz de tur şirketleriyle organize edebilirsiniz. Biz eski şehir içindeki çekim noktalarını sabah çok erken saatlerde ve ortalık tam olarak sessizken kendi notlarımız ve de otelimizin verdiği bilgiler ışığında ziyaret ettik. Hatta kendimizi öyle kaptırdık ki bu geziye, bazı anlar sanki Jon Snow köşeden dönecek gibi hissettik, pek hoştu. Bu arada şehir GOT dizisiyle çok ön plana çıktı ama benim için bir hayat dersi niteliğindeki seri; 
Star Wars'un 8, yani The Last Jedi bölümünün bazı sahneleri de burada çekilmişti.. Yönetmen, eski şehir sokaklarını ve yapılarını gazino gezegeni olan Canto Bight olarak kullanmıştı filmde. İzleyenler hatırlayacaktır; Finn ve Rose'un atlı kaçış sahneleri hep bu şehrin sokaklarında geçiyor. Surlar, Stradun, Minceta Kulesi ve Revelin Kalesi’nde geçen enfes bir kovalamaca...

Lokrum Adası: Şehrin hemen karşısında kalan ve yüzerken biraz fazla kulaç atsanız sanki ulaşıverecekmişiz gibi hissettiren Lokrum Adası; yemyeşil doğası ve tarihi yapısı ile mutlaka ziyaret planı yapılan adreslerden biri. Eşki Şehir Limanı’ndan adaya düzenli olarak çalışan tekneler mevcut. Biletler anlık olarak alınabiliyor ve yaklaşık 15 dakika gibi bir sürede de adaya varılıyor. (2018 yazında kişi başı 150 Kuna gibi bir bedeli vardı ama bu bedel her sezon kontrol edilmeli..)

Tekneler adaya yanaşırken gözlere değen manzara, her Orhan Pamuk okurunun hayatında sanırım ki fazlasıyla yer eden bir kelime ile tanımlanırsa “pitoresk” görüntüler sunuyor.. Gökyüzü mavisi, denizin mavisi ve doğanın yeşilinden oluşan muhteşem üçlüye eklenen birkaç sevimli bina… Lokrum’a günlük feribotlarla gittiğinizde tüm günü adada geçirecek zaman dilimine sahip oluyorsunuz. Dahası, ada Milli Park alanı olduğundan ormanlık alan içinde serbestçe dolaşan hayvanlarla (özellikle de tavşan ve tavus kuşları) gününüzü geçirebiliyorsunuz. Adada yerleşik bir yaşam olmadığından, karanlık olmadan herkes şehre geri dönmüş oluyor ve ada şehirden baktığınızda yalnızca bir karartı haline dönüşüyor.

Adanın hemen girişindeki harita sayesinde yürüyüş yollarını takip ederek görmek istediğiniz noktalara yürüyerek ve kolayca ulaşabiliyorsunuz. Girişte, sizi bir GOT çekim mekanı karşılıyor. 12.yy’dan günümüze ulaşan Benedictine Manastırı. (Daxos malikanesindeki parti için kullanılmış bu manastır.) Manastır sonrası “Dead Sea” yani Ölü Deniz'in minyatürü olarak düşünebileceğiniz tuzlu bir göl ile karşılaşıyorsunuz. Sakin yakaladığınız takdirde nefis bir yüzme keyfi yaşayabilirsiniz burada.. Adriyatik sularının tadına varmak için ise adanın biraz arkasında kalan kıyılar kullanılıyor. Bu noktada ister ormanlık alan içine serpiştirilmiş şezlongları kiralıyorsunuz, isterseniz de küçük taşlık plajın çevresindeki kayaların üzerine özgürce konumlanıyorsunuz. Bu arada eğer şezlong kiralamışsanız, uyurken ya da piknik yaparken aman dikkat, zira tavus kuşları sizi asla rahat bırakmayacak ve bu durum çok tatlı manzaralar ortaya çıkaracak....

Adada birkaç büfemsi mekan var aslında, ama biz otelimizden ufak bir hazırlık rica ettik ve adada piknik deneyimi yaşadık. Gözlerimiz nefis bir deniz manzarasına bakarken, hayvanlarla paylaştığımız pikniğimiz hakikaten çok keyifli oldu. Denize geri dönersek, çakıl plajdan deniz içindeki kayaları dikkatlice geçerek ulaştığınız Adriyatik sularında yüzmek elbette harika bir his! Yalnızca yanınızda deniz ayakkabısı olmasına bilhassa dikkat edin.. 

Alpico’nun tanımlaması ile “nemnefis” bir ada Lokrum. Milli Park olması nedeniyle adanın herhangi bir yerinde sigara içilmiyor oluşunu ise yazıma sevinçle eklemek isterim.. :)









TRSTENO ARBORETUM: Brsecine ve Orasac köyleri arasında bulunan Trstena Körfezi’ndeki Trsteno Arboretum, GOT dizisi çekimlerinde Tyrell Ailesi’nin High Garden’ı olarak kullanılan, gerçekte ise Gucetic ve Gozze ailelerinin yazlık mekanı olan bir Rönesans bahçesi.. Elbette GOT izlerini şehirde takip edenlerin uğrak yerlerinden biri, ama diğer yandan bu bilgiden bağımsız olarak da başlı başına doğal bir güzellik olduğu kesin.. Enfes bir bahçede yüzlerce bitki ve ağaç çeşidi, 15.yy’dan kalmış bir konut, su kemeri, değirmen, Neptün heykelli güzelim bir çeşme ve üzerine nefis bir manzara...



Lovrijenac: Şehir surları dışında, bir uçurum üzerinde bulunan “Dubrovnik's Gibraltar” yani Dubrovnik’in Cebelitarik’ı olarak anılan bir kale burası. 11.yy başlarında şehri Venediklilerden korumak için bir çırpıda yapıldığı anlatılıyor. Yüzyıllardır Dubrovnik şehrinin özgürlük simgesi olmuş bir bakıma. “Non Bene Pro Toto Libertas Venditur Auro” - “Freedom cannot be sold for all the gold of the world” yazıyor kapısında da..

Birçok kez savaşlarda ve depremlerde zarar görmüş olsa da, geçirdiği restorasyon çalışmaları ile günümüze dek ulaşmış. Şehirde Game of Thrones izlerini takip edecekler için de önemli adreslerden biri kabul edilebilir, zira kendisi Yedi Krallık başkenti olan King’s Landing. Ayrıca şehrin yaz festivalinde de kullanılan mekanlardan biriymiş burası. Hatta dünyanın en mükemmel sahnelerinden biri de kabul edilirmiş (turistik bir yalan mıdır bilemiyorum).. Ek bir bilgiyi de otelimizden ediniyoruz, o da kalenin seneler evvel Robin Hood filminde de kullanılmış olduğu.. :)

Elaphiti Island: Bu enfes adalar topluluğunda yapılacak tekne turları benim için bu bölgede yapılacak bir deniz tatilinin en atlanmaması gereken aktivitesi. Aslında Elaphiti grubunda birçok ada varolsa da bunlardan yalnızca üç tanesinde yaşam bulunuyor; Kolocep, Lopud ve Sipan‘da. Yaz sezonunda sıcak hava bir yana, kalabalıktan kaçmak için de nefis bir aktivite oluyor adalar..

Kolocep, bizim daha önceki seyahatte ziyaret ettiğimiz ve yerleşim yerlerini de gezdiğimiz bir adaydı, ama tekne ile yalnızca denizini ziyaret etmek, çevresindeki mükemmel görüntüler sunan çam, portakal ve zeytin ağaçlarını seyre dalmak çok başka lezzetliydi.. İnsanı kendinden geçirecek denli güzel koylar göreceğinize şüpheniz olmasın.

Kolocep, popüler bir ziyaret noktası olduğundan kendisine ulaşım da oldukça kolay. Meşhur Gruz Limanı'ndan kalkan tekneler ile Kolocep'e yaklaşık yarım saatte ulaşılıyor. Lokrum'da olduğu gibi, sabah gidip akşam saatlerindeki son tekne ile dönebiliyorsunuz rahatça ya da günün her saati tekne taksileriyle de adaya seyahat edebiliyorsunuz. Adada araç yok. Bol bol bisiklet ve golf arabaları görüyorsunuz o nedenle.. Biz bu adalara doğru seyrederken uğradığımız turistik bir deniz mağarası oldu. Yanılmıyorsam Kolocep Adası'nın arka kısımlarıydı.. Tekne ile yanaşıp, heyecanla kayaları ve denizin mükemmel rengini gözlemlemiştik, nefisti.. Uzun zamandır bu denli güzel bir su rengine rastlamamıştım. (Sanırım Sicilya’nın Ortigia Adası ziyaretimizden beri…) Daha sonra net ismini de bulamadım blogda yazabilmek için ama neyseki görüntüsü var ellerimde…



Mutlaka turistik bir adrestir diye düşündüğüm ve ismi “Blue Cave” olarak geçen bir mağara ziyaretimiz daha oldu aslında, ama bu mağarada daha da başka bir deneyim yaşadık, zira şnorkel ile daracık bir kaya deliğine dalarak mağaranın içine girip, orada yüzebiliyorduk. Mağara içindeyken suyun yüzeyine çıkabildiğimiz, yüzerken balıkların da bize eşlik ettiği, zemini beyaz kumlu bir mağaraydı.. Nefisti nefis olmasına, ama müthiş bir heyecan yaşatıp, bir noktadan sonra benim icin tedirgin edici bir deneyime dönüştü.. En son panik halinde mağaradan geri çıktığımı hatırlıyorum.. Bu arada mağaranın dışı da diğer mağaradan farklı olarak pırıl pırıl ve turkuaz yeşili bir suda yüzme keyfi yaşattı bize. Teknemizi demirleyip uzun uzun yüzdük bu güzelim sularda..



Lopud şirinlikten ve minnaklıktan yıkılan, çok samimi bulduğumuz ve teknemiz küçük limanına yaklaşırken hakikaten kıyı görüntülerine upuzun palmiyelerin de etkisiyle aşık olduğumuz bir ada oldu. Adanın içini detaylıca gezmedik elbette ama amacımız da bu değildi zaten. Limanda teknemizden ayrılıp, keyifle yürüdüğümüz sahil yolunda esnaf ile muhabbet edip o çevrenin en lokal dondurma lezzetini (Dubrovnik de dahil) deneyimledik. Mükemmeldi!

Dondurma dışında, Sunj Körfezi’nde yüzmenizi (limandan golf arabası kiralayıp gidebilirsiniz) ve de vaktiniz olur ise güneş batımını buradan izlemenizi önerebilirim zira yerliler bu iki detayın altını özellikle çizdiler..





Sipan, adalar içindeki en büyük ve en kalabalık yerleşim yeri. Aslında kalabalık dendiğine de bakmayın zira üç adanın toplam yerleşimi 1000’lerle ifade ediliyor, ama bu rakamın yarısı Sipan’da buluyormuş.. Gel gelelim, yüksek sezonda elbette kalabalıklar artış gösteriyor. Biz bu yüzden bu adayı programımıza dahil etmedik. Onun yerine kaptanımız sayesinde tamamen bize ait gibi hissettiğimiz mükemmel koylarda yüzdüğümüzü söyleyebilirim. Sipan hakkında; yaklaşık 500 yıllık bir kalesi olduğunu ve günlük tekne turlarının bu kale ziyaretine mutlaka zaman tanıdığını not edebilirim size.. 

Bu adalar grubunu yine Gruz Limanı’ndan kalkan günlük tur tekneler ile ziyaret edebilirsiniz (kişi başı fiyatı yaklaşık 50 euro). Kalabalık bir grupsanız, eski şehir ya da diğer yakın limanlardan kendinize ait özel bir tekne kiralamanız da mümkün. Yüksek sezonda tekne kiralamak biraz pahalıya geliyor belki ama kalabalık olunduğunuzda bu fark kabul edilir bir kıvama geliyor. Ödenen fark ise başıboş takılmak ve her dilediğiniz yerde özgürce yüzebilmek adına iyi bir tercih bana kalırsa. Size bu konuda bir kiralama şirketi tavsiye edemem, ancak otelimiz Pucic Palace bizim için bu organizasyonu yaptığından size de kendi otelinize ya da ev sahibinize danışmanızı önerebilirim.

Mljet Adası ve National Park: Dubrovnik Takımadaları içindeki en büyük ve en yeşil olan ada Mljet. Gruz Limanı’nda kalkan teknelerle Mljet adasına ulaşmak yaklaşık bir/bir buçuk saat gibi bir vakit alıyormuş ve milli park kısmına da limandan kalkan araçlar ile transfer yapılıyormuş. Dar bir kanal ile birbirine bağlanan biri küçük, diğeri büyük ada göllerini bu milli park alanında görebiliyormuşuz. Aslında hem gölleri hem de göl içindeki St. Mary Adası’nı ziyaret etmek istemiştik, hatta planımız bu ziyareti kiralayacağımız tekne ile yapmaktı, ancak programımız Elaphiti Adaları civarında öyle keyifli bir halde ilerledi ki kendisine zaman ayırmamayı tercih ettik. Elbette Mljet’e kadar gitmemek, Korçula için de aynı kararı zorunlu kıldı. Bu kez ikisini de pas geçtik.

Korçula: Daha önceki seyahatimizde “Marco Polo’nun doğum yeri” başlığı altında ziyaret ettiğimiz adayı; güneşli öğle saatlerinde kısa da olsa gezdiğimiz, kıyılarının egzotik görümüne hayran kaldığımız, limon ve portakal ağaçlardan dökülmüş meyvelerin kokularını içimize çektiğimiz ve “yazın ne hoş olur” diye düşündüğümüz bir yer olarak hatırlıyorum. Büyük bir keyifle aklıma kazınan Korçula'da, kocaman bir masanın etrafında toplanıp nitelikli muhabbetler edip, lezzeti orta karar bir erken akşam yemeği yemiştik. Hatta büyük bir şansla yerel Moreska danslarını da izleme fırsatı bulmuştuk, değişik bir deneyim olmuştu bizim için. Bu kez yukarıda bahsettiğim gibi es geçtik kendisini, zira görecek çok yer, yüzecek çok koy vardı ve hepsine yetişmeye çalışmak hedeflediğimiz dingin tatilin önüne geçerdi. O nedenle de sakin sakin, "ah keşke!" demeyeceğimize emin olarak attık adımlarımızı..

Alternatif gezi fikirlerini daha çok Dubrovnik ve yakın çevresini düşünerek yazdım ama Dubrovnik’te uzun süreli kalmak gibi bir fikriniz yok ise, ülkenin bir başka şehrini de ziyaret edebilirsiniz.. Split bu anlamda eminim çok doyurucu bir alternatif olacaktır.

Yaz aylarında bir diğer tatil cenneti kabul edilen Hırvat adası da Hvar Adası. Sevgili daha evvel erkek arkadaşlarıyla bir tatil yaptığı için Hvar'ın da çok güzel bir ada olduğunu ama fiyat olarak bir parça "Mykonos" havası yarattıklarını söylemem gerek..

Ülkeden bir anda çıkıp, Karadağ'a geçiş yaparak dünyanın en etkileyici körfezlerinden biri olan Kotor’u ve şipşirin Budva’yı da ziyaret edebilirsiniz.. Bence bu ikili de çok çok yerinde bir seçim olur.. Daha fazla günümüz olsa ve buraların bir de yaz halini görsek çok isterdim.. Sınır komşuluğu sayesinde Bosna Hersek de aynı şekilde kolayca ziyaret edilebilecek bir diğer alternatif oluyor.. Bosna'ya geçip Mostar şehri ile bir anda farklılaşan mimarinin keyfine varabilir, dünyaca ünlü Mostar Köprüsü üzerinde yürüyebilirsiniz..

Aslında notlarımda olan ama yapmaya fırsat yaratmadığımız aktivitelerden bir diğerini de size mutlaka önermek istiyorum, zira bizimki kadar sıcak olmayan bir mevsimde şehirde olursanız deneyimleyebilirsiniz. Anlatacağım yer, Dubrovnik’te Toskana deneyimi olarak bahsedilen ve Hırvatistan’in eski tarım bölgesi olan Konavle. Çiftlik evleri, bahçeleri ve de yerel lezzetleri ile meşhur olan bölge rahatlıkla programınızda yer bulabilir. Hatta Gruda köyündeki restoran Koraceva Kuca geleneksel yemek denemeleri için notlarınızda mutlaka olsun. Yeniden gidip, şehri bir de sonbahar mevsiminde gezmek istediğimizden, kendisi hala bizim de seyahat notlarımızda duruyor. Umarım ğerçekleşme imkanımız olur.. 

Sonraki post; Dalmaçya kıyıları ve şehrin yakın plajları üzerine olacak.
Yani bol bol deniz anlatacağım ;)

Sevgiler,
lulu
x

Post 1: Dubrovnik Sehir Rehberi

7 Mayıs 2019 Salı

DUBROVNİK - Şehir Rehberi

Merhaba!

2019 yaz ayları için herkesin tatil planları yavaş yavaş şekillenirken, geçtiğimiz yıl enfes bir yaz tatili geçirdiğimiz Dubrovnik seyahatimizle ilgili detayları paylaşmaya başlamanın tam zamanıdır diye düşünüyorum...

Dubrovnik, aslında coğrafi konumu nedeniyle deniz tatili planlamak için fazlasıyla uygun bir adresken, seyahat severlerin kültür gezileri listesine daha yakın duruyor gibi geliyor bana, zira gördüğüm hemen hemen her Dubrovnik seyahati Karadağ ve Saray Bosna gezileri ile birleştiriliyor ve bu çoklu destinasyon şansı, seyahatlerinde bir taşla birkaç kuşu vurmayı sevenler için oldukça avantajlı bir durum oluyor.. Biz de bu tip bir kültür gezisini 2008 yılı xmas vakitlerinde yapmıştık sevgiliyle.. O dönemler Hırvatistan henüz Avrupa Birliği’nde olmadığından vizesiz ziyaret edilebilen ülkelerden biriydi ve Hırvat para birimi Kuna şu anki kadar değer kazanmamıştı.. Yani kesinlikle ekonomik bir seyahat fırsatı da sağlıyordu.. Şansımıza hava da nefisti ve bu sayede çevreyi gönlümüzce gezip, tarihine de mükemmel bir şekilde yakın durabilmiştik. Ve fakat, seyahat boyunca “burada mutlaka bir deniz tatili yapmalıyız” diye konuştuğumuzu da çok net hatırlıyorum. Dubrovnik kıyıları, Fransız ve İtalyan Rivierası yanında çok daha dar bir coğrafya sayılabilirdi belki, ama diğer yandan da iddialı bir sahil şeridine sahip olduğu ortadaydı...

O seyahat sonrası Dubrovnik kıyılarını her daim aklımızın bir köşesinde tutmaya devam edip, hakkında okumalar yapmaya ve de notlar almaya devam ettik. 2018 yılına eriştiğimizde ise, Agustos ayı tatiline uzun bir süre ayırmak ve şehirde koşturması bol sonbahar günlerine girmeden evvel yazın son uzun tatilini dolu dolu yaşamak istediğimize karar vermiştik.. Daha sonraları araya kısa hafta sonu kaçamakları girebilirdi elbette, ama dinlenmek için elimize geçecek son uzun firsatı kesinlikle incelikle planlamak istiyorduk.

Tatil yerimizin Dubrovnik olacağı netleştikten ve uçak biletlerimiz kesildikten sonra aklımızda ve notlarımızda yer etmiş her detayı, Puglia seyahati sonrası hayatımıza adapte etmeye çalıştığımız “cittaslow” mantığı ile yaşamaya çok kararlıydık... Bu hisler ışığında hazırlandık seyahatimize... Gerçi tatile günler kala bir anda 8 TL’yi gören Euro'nun verdiği endişeyi de yaşadık ama bir noktadan sonra etrafımızdaki karamsar havayı bir kenara itip, tatilimizi planladığımız gibi keyifle yaşamaya ve her anın tadını çıkartmaya karar verdik.. 

Dubrovnik’e THY’nin yaz tarifesi sayesinde çok erken bir saatte ve keyifli bir uçuşla ulaştık. Uçuş rotası hakikaten efsane manzaralara sahipti ve ben yine uyumak yerine bu manzaralara dalıp gitmeyi tercih ettim.. Daha önceki Dubrovnik uçuşumuz kış aylarında olduğundan görsel hafızama kazınan bir manzara olmamıştı, ama artık var ve bu durum benim pek hoşuma gidiyor.. Ayrıca iniş öncesi g
ökyüzünden “yeniden merhaba” dediğimiz şehrin bizi ailece ne kadar heyecanlandırdığını bugün bile resimlere bakınca gülümseyerek hatırlıyorum..



U L A Ş I M

Havalimanı ve Dubrovnik arası araç ile 15/20 dakika kadar sürüyor. Virajları ve daracık yolu saran çevre florası sayesinde müthiş keyifli bir yolculuk diyebilirim kendisine. Bizim transferimizi otelimiz organize ettiğinden Eski Şehir içinde bulunan otelimize ulaşmamız hızlıca ama surlara kadar mümkün olmuştu. Sonrasında surların içinden yürüyerek otelimize ulaştık ve bu kısa yürüyüş, sabah serinliğinde ve işletmelerin sabah telaşında nefis bir ikinci merhaba oldu bizim için.. 

Eğer bi araç kiralaması yapmamış ya da otel transferiniz bulunmuyorsa, havalimanı otobüsleri şehir merkezine düzenli olarak sefer yapıyorlar ve otobüslerin yaz aylarında mükemmel bir zamanlama ve sıklıkla çalıştıkları söyleniyor.

Şehir içindeki transferlerin de çok olay ve sistematik olduğunu söylemek mümkün. Surların ana giriş kapısı olan Pile’nin az ilerisinde bulunan karşılıklı iki otobüs durağından Dubrovnik çevresindeki hemen hemen her noktaya otobüs ile ulaşım sağlanıyor. Elbette yoğun yaz sezonunda caddenin darlığına bir de tur otobüsleri eklendiğinden durak çevresi son derece kalabalık oluyor, ama yine de otobüsler yeni, içleri klimali, ferah ve kesinlikle bir yerden diğerine gitmeyi son derece medeni bir şekilde gerçekleştiriyorlar..

Taksi, mesafeler birbirine oldukça yakın olmasına rağmen pek mantıklı bir tercih değil, hatta pahalı olduğunu rahatça söyleyebilirim. O nedenle mecbur kalmadıkça kullanmanızı önermem. Deniz taksisi ise bir kıyı şehri olmanın tatlı avantajlarından biri olarak pahalı olsa dahi istenildiğinde ve de ihtiyaç duyulduğunda tercih edilebilir.

Dubrovnik çevresinde deniz tatili yapmayı planlayanlar, plajlara ya da limanlara giden otobüsler dışında deniz yolunu çok sık kullanacaklar, bu kesin. Limanlardan tekne kiralamak her daim mümkün. Zaten kıyıları ve çevre adaları tekne ile dolaşmak Dubrovnik ve çevresinde planlanan bir deniz tatili için yapılması mutlak bir aktivite diyebilirim.. Bu gezileri isterseniz tekne kiralayarak kendi özelinizde, isterseniz de düzenli olarak çıkış yapan günlük gezi tekneleri ile yapabiliyorsunuz.. 
Gezi tekneleri yoğun olarak Gruz çıkışlı olsa da Dubrovnik Eski LimanLapad ya da Cavtad bölgelerinden de çıkış yapan tekneler bulmak mümkün.

Araç kiralama ise; deniz ve kültür ziyaretlerini birlikte gerçekleştirecekler için iyi bir fikir mutlaka, ancak bizim gibi yalnızca Dubrovnik ve yakın çevresi odaklı deniz tatillerinde gereksiz bir seçenek bana kalırsa.. 



K O N A K L A M A

Dubrovnik’te konaklama, detaylıca incelenmesi gereken bir konu, zira metrekare küçük görünse de alternatifler çok fazla ve çok çeşitli.. Stari Grad ya da Old Town olarak geçen ve surların içinde kalan eski şehir bölgesinde konaklamak isterseniz yalnızca bir adet beş yıldızlı otel alternatifiniz varken, ev ya da oda kiralaması yapmak istediğinizde irili ufaklı yüzlerce alternatif çıkıyor karşınıza. 
Bu noktada Airbnb için her zamanki gibi en güvenli ev kiralama sistemi diyebiliriz.

Surların içi yerine dışında kalan ya da merkeze yakın olan diğer beldelerde konaklama yapmak isterseniz, yine her bütçeye uygun ev, oda ve sur içinden farklı olarak onlarca farklı otel alternatifiniz de oluyor.. Hatta merkezden uzaklaştıkça kiralanacak evlerin fiyatları bir miktar da olsa azalırken, enfes deniz manzaralarına sahip olma şansınız artıyor.. 



Lapad ve Gruz eski şehre çok yakın olduklarından en fazla tercih edilen konaklama noktalarından ikisi diyebilirim. Özellikle Lapad hem otel hem de ev kiramak için yoğun bir talep görürken, Gruz daha çok ev kiralamaları için uygun diyebilirim. Yukarıda da bahsettiğim gibi şehrin yeni liman bölgesi olan Gruz’dan bolca gezi teknesi çıkış yapıyor. Ziyaretçilerin burayı tercih etmesindeki ana nedenlerden biri bu zaten.. Diğeri neden ise, eski şehre en yakın yerleşim yeri oluşu.. Özellikle yürümeyi seviyorsanız bu durum hiç zor olmayacaktır.. Ayrıca Gruz kıyısı, konaklamadaki yoğunluğu neticesinde lokal mağaza, kafe ve restoranlarla çevrilmiş durumda.. Minik alışveriş pasajları ile de insanı adeta 80’li yıllara ışınlıyor. Kalmazsanız dahi gidip görebilirsiniz bu bölgeyi.

Denize direkt kıyısı bulunan büyük otellerin çoğunluğu ya Lapad ya da Babin Kuk bölgelerinde toplanmış dersem sanırım ki yanıltıcı olmam. O nedenle, plajlı otel aramalarında bu bölgelere odaklanabilirsiniz. Ancak şunu da eklemek gerekiyor ki; ev kiralamalarında evlerin dekorasyonlarında pek zevkli oldukları söylenemez. Daha doğrusu, iyi seçenekler yok değil, ama erken tarihlerde seçilip kiralandığından hızlı hareket etmek şart diyebilirim.

Kale surları hemen dışında kalan yakın çevrede, çok kısa bir yürüyüş ile eski şehre hızlıca ulaşabileceğiniz iki zincir otel bulunuyor. Biri Rixos Libertas Dubrovnik ki kendisi için konumu merkezi ve kumlu bir plajı olmasa da kayalıklar üzerinden denize kıyısı bulunan tek otel diyebiliriz. Bu durum, Dubrovnik’te sahip olunması zor bir özellik ve denize zahmetsizce ulaşabilmek Rixos’u kesinlikle tercih edilir kılıyor.. Ayrıca otelin içinde gazino bulunması da birçok misafir için tercih nedeni oluyormuş, bunu da ekleyelim… Diğer önemli zincir otel ise; Hilton Imperial Dubrovnik. Rixos’a göre eski şehre çok daha yakın ve mimarisi çok daha sempatik olan otel kendi plajına sahip değil ama yakın plajlarla anlaşmalı çalışıyolarmış.

Hotel Excelsior ise, şehrin en popüler otellerinden biri. Manzaralı konaklama açısından da çok iyi bir seçenek kendisi, ancak bütçe açısından zorlayıcı bir tercih.. Bu oteller dışında, eski şehrin dışında kalan ama merkezden de çok fazla uzaklaşmayan ve bütçenizi zorlamayacak farklı alternatifler de bulmanız mümkün.

Konaklamak için Dubrovnik’ten biraz uzaklaşsak da olur diyorsanız; plajdan başka bir aktivitesi olmayan ya da çok daha kısıtlı olanaklar sunan, ama kısa bir yolculukla şehir merkezine rahatça ulaşılabileceğiniz küçük köyleri tercih edebilirsiniz. Daha sakin ve dinlenme odaklı tatillerde bu seçimler kalabalıklardan kaçmak adına iyi birer alternatif olabilirler. Bu tip bir tatil arayışında özellikle Plat ya da birkaç minik çevre aktivitesi de bulunabilen Mlini bölgeleri tercih edilebilir. Mlini; Dubrovnik ve Cavtat arasında minicik, romantik bir balıkçı köyü. Eski şehre 10 km kadar uzakta kalıyor ama korunmuş doğası, yerleşimi ve plajları ile sevilesi bir nokta.

Cavtat yakın çevrenin en sevilen ve en gelişmiş balıkçı köyü. Lapad sonrası en çok tercih edilen konaklama bölgesi burası diyebiliriz. Yalnızca eski şehre Lapad kadar yakın değil kendisi.. Yaz sezonunda otel, ev kirama, restoran ve çevre gezileri organize etme konusunda bir sıkıntınız olmaz bu kasabada. Hatta yaz sezonunda deniz taksiler sayesinde eski şehre gidiş gelişlerinizi de dilediğiniz saatlerde organize edebilir ve otobüslere bağımlı kalmazsınız.

Biz genel olarak seyahatlerimizde Airbnb’den ev kiralamayı tercih ediyoruz, ancak Dubrovnik’te şehrin kalbinde olmak gecelerimizi çok çok rahatlatacağından ve de istediğimiz evi yoğun turist sezonu yüzünden kiralamamız mümkün olamadığından çok yerinde bir kararla eski şehrin tek oteli The Pucic Palace‘da kalmayı tercih ettik. Otel, şehrin tam olarak kalbinde ve ana alışveriş caddesi Stradun’a yalnızca birkaç adım uzaklıktaydı. Yani şehrin kalbinde olmak isterken turnayı tam olarak gözünden vurmuştuk.. Pucic 17.yy’dan kalma Barok bir sarayda hizmet veren butik bir oteldi ve beklentilerimizi eksiksiz karşıladı diyebilirim. Butik bir otelden beklediğimiz en önemli detay olan sabah kahvaltısı her sabah alakart olarak servis ediliyordu ve kahvaltı menüsü de aşırı tatmin ediciydi. Güneş ışınlarının güçlü hissedilmediği sabah saatlerinde, Gundulic Meydanı’na bakan Royal Cafe’de keyifli ve de lezzetli kahvaltı masalarımız oldu. Meydanda kurulan lokal pazarın telaşsız hazırlık ritüellerini izlerken, tezgahlardan masamıza tazecik meyveler de transfer edip sabahlarımızı ve soframızı şenlendirdik.



Bu arada Game of Thrones dizisinin Dubrovnik çekimlerinde ana karakterlerin de otelimizde konakladıklarını öğrendik. Hatta tüm şehirde ciddi bir ticari sektör yaratmış olan diziyi, otelimizin reklam malzemesi yapmamasına başta bir parça şaşırsak da konaklamamız boyunca yaşadığımız deneyimlerle böyle bir bilgiyi reklam malzemesi yapmamalarını da çok iyi anladık..


(görsel otelin web sitesinden..)

D U B R O V N İ K  (Eski şehrin sur içi ve dışı)

Dubrovnik’te surların içinde kalan kısım, şehrin Stari Grad ya da Old Town diye bahsedilen yeri. Avrupa’nın en büyük, en iyi korunmuş ve hatta anıt olarak kabul edilmiş şehir surları, sunduğu pitoresk bakış açısı içimi bu şehre karşı en çok yükselten özellik..

Uçak sonrası valizlerimiz el arabası ile otelimize taşınırken, biz de Pile Kapısı’ndan geçerek, GOT çekimlerinde -pislik- Joffrey kalesine dönerken çıkan ayaklanma sahnesinde kullanılan merdivenleri zarifçe inerek giriş yapıyoruz eski şehre ve 1400’lü yıllarda bir İtalyan mimar tarafından yapılmış Onofrio Çesmesi merhaba diyor bize ilk olarak. Aralık soğuğunda buz gibi soğuk suyundan içtiğimiz çeşmeye, bu kez ağustos ayının sıcaklığına karşı serinlemek için yaklaşıyoruz.





İlk seyahatimizde, çeşmenin hemen sağında gördüğüm iki portakal ağacını yeniden aynı yerde görünce nedensiz seviniyorum. Bu belki de, yaşadığım ülkenin korunamayan doğal güzelliklerinin içimde yarattığı hüzne bağlı buruk bir sevinç….

Çeşmenin karşısı gibi kalan, surlara çıkış merdivenlerinin hemen yanındaki St.Saviour Church kilisesi ile göz göze geliyorum sonra. Bu yapının büyük Dubrovnik depremi sonrası hayatta kalanlar için minnet duygusuyla yapılmış olduğu gibi bir bilgi var aklımda kalan, ama tamamen yanlış da olabilir diye bakıyorum telefonuma. Oley, doğru hatırlamışım! Hatta üzerine şehrin ilk kapsamlı Rönesans yapısı olduğunu da okuyorum ve erken bir Rönesans eseri ile bakışmak hoşuma gidiyor.





Kiliseyi geçince, insanların üzerinde durmak için çabaladığı ve bu çaba sırasında çok da eğlendiği minik su oluğuna kayıyor gözüm. İnanılan hikaye; 
olukların üzerinde ayakta duran kişinin dileğinin kabul olacağı yönünde (tamamen turistik bir hikayedir belki ama inanmak ve enerjinizi o düşünceye yoğunlaştırmak bence hiç fena bir fikir değil).

Hikayeden bağımsız tatlı bir eğlence durağı bence burası, zira oluk üzerinde durmak neredeyse imkansız. Her geçişte çocuklarla birlikte deneme yaptığım ve yalnızca birkaç saniye durabildiğimden, tavsiyem şansınızı çıplak ayak ile denemeniz..

Pila Kapısı, Onofrio ÇesmesiSt.Saviour kilisesi derken, bir önceki seyahatten “Avrupa’nın en eski eczanesi” olarak yer etmiş manastır ve içindeki eczane geliyor hatırıma. Yine telefonuma dönüyorum ve manastırın isminin -bir süredir Ortaçağ konusunda detaylı bir araştırma yaptığımdan bana daha da anlamlı gelen- Franciscan Church and Monastery olduğunu öğreniyorum.. Geceleri önünde müzisyenlerin sıralandığı nefis ve kocaman bir duvarı var manastırın. İçininse bir vaha olduğunu hatırlıyorum bir önceki seyahatten, ama bu kez pek oralarda değil aklım.. O yüzden de seyahat boyunca yanlarında hep sevgiyle geçip gidiyorum..



Yaklaşık 2 km uzunluğunda ve yer yer 20 mt yüksekliği bulan surların çevrelediği şehrin ana caddesi; Stradun. Yalnızca gün doğumundan evvelki saatlerde boş görmenin mümkün olabildiği ve beni her gördüğümde heyecanlandırmaya devam eden uzun ve geniş bir cadde burası. Dubrovnik’te hayat; bu ana caddenin mermer kaplı zemininde, ana caddeyi kesen daracık ara sokaklarında ve o daracık sokaklardan köseyi dönünce karşınıza çıkıveren minik meydanlarda akıyor..

Ana cadde; karşılıklı hediyelik eşya dükkanları, butik giyim mağazaları (nitelikli butik ve tasarım dükkalarını bulmak için Stradun yerine Ploce kapısına doğru yürümenizi tavsiye ederim), galeriler, kitapcilar, kafe, dondurma ve çikolata dükkanları ile çevrelenmiş durumda.. Otel yolunda sakin sakin bakınıyoruz efrafımıza ve son on yılda caddenin yaşadığı ufak tefek değişimleri anlamaya çalışıyoruz. İlk dikkatimi çeken, evimize zarif mumlar aldığım dükkanın artık orada olmayışı.. İşte bu hakikaten beni üzüyor...  



Caddenin sonu bir meydan. İsmi Luza Square, ve bu meydan eski şehrin tam olarak kalbi kabul ediliyor.. Tarihi binalar ile çevrelenmiş meydanda, bazı geceler Barok bir güzel olan St. Blaise Kilisesi merdivenlerinde amaçsızca oturup, çocukların etrafta koşturmasına ve hatta kilise duvarlarına tırmanmalarına izin veririz diye planlıyoruz sevgiliyle.. Hakikaten birçok akşamımızda da yapıyoruz bunu ve bu sayede şehir yaşamını keyifle gözlemleyebiliyoruz.

Hatirliyorum da... Bu merdivenler xmas vakti de çok güzel süslenmişler ve önünde gösteriler düzenlenmişti. O zaman da merdivenlerde oturup, öğle güneşi altında ısınmaya çalışırken gösterileri izlemiştik sevinçle..

St. Blaise’in çaprazındaki The Clock Tower Stadun’dan yürüdüğümde varmayı en sevdiğim, her sesini duyduğumda yakınına gitmek istediğim bir yapı. Bazı geceler kilise önündeki Orlando Sütunu’na dayanıp, gece yarısı olduğunda çanların 12 kez çalınışını da dinledim çok şükür.. Birçok insana önemsiz gelen ama beni yaşadığım hayata dair daha da tutkulu bir insan yapan bu detayları çok seviyorum gerçekten..







St. Blaise Klisesi'ni geçip hemen sağa döndüğünüzde karşınıza çıkan ve ana giriş kapısındaki merdivenlere oturmaya bayıldığımız bir diğer tarihi yapı ise Dubrovnik Katedrali. 12.yy'da inşa edilip yine deprem sonrası yenilenen yapılardan biri kendisi ve bu merdivenlerde de nefis alılarımız oluyor tatilimizin sonunda.. 

Rektörler Sarayı (GOT 2.sezonda, tam bu merdivenlerde Dany dar denizi geçmek için Spice King’den gemi talep ediyordu), ve hem Rönesans hem de Gotik dönemden izler taşıyan Sponza Sarayı’nı yeniden görmek de başka bir sevinç elbette.. Bu iki güzelin önünde yaşayacağımız olası Dubrovnik Yaz Festivali programları da bizim gibi tarih ve müzik tutkunu bir aile için pek heyecanlı…





Eski şehir içinde göreceğiniz yapıların çoğunda Barok bir hava var genel olarak. Buna ilk seyahatte çok dikkat etmemiş olmama şaşırıyorum gerçekten. Sonradan okuduğum metinlerden öğreniyorum ki; 16.yy’da şehirde yaşanan yıkıcı deprem, Rönesans ve Gotik mimariyi ciddi ölçüde tahrip etmiş ve tahrip olan yapıların hepsi yeniden ve bu kez döneme hakim olan Barok tarzında yenilenmişler. Sponza Sarayı ise, bu yıkıcı depremden çok çok az etkilenmiş olduğundan mimari olarak şehrin Rönesans dönemi eserlerinin en kıymetlisi olarak kalmış..

Biz eski şehre Pile Kapısı’ndan geçerek girmeyi seviyoruz, ama onun dışında şehirde üç devasa kapı daha bulunuyor. Ploce, Peskarija ve Ponta.

Ploce, gün boyunca şehre araç giremediğinden, sabah erken saatlerde gerekli ihtiyaçların girişi için kullanılıyor, zira kendisi Pile’nın aksine merdivensiz giriş konforuna sahip. Pile ve Ploce kapıları asma köprüler ile sur içine bağlanırken, diger ikisi eski şehir limanına açılıyorlar.. Hakikaten çok tuhaf bir his veriyor insana bu kapılardan yürüyüp geçmek. Özellikle de şehir uyurken yapılan yürüyüşlerde farklı bir döneme ışınlanmak gibi bir his....





Ploce'den eski şehre giriş yaptığınızda gözünüze değecek “neredeyse dörtgen” biçimli güzellik Revelin Kalesi oluyor (“neredeyse” yazınca da aklıma hep Harry Potter kitabındaki karakterlerden “Neredeyse Kafasız Nick” geliyor). 
Öyle önemli bir savunma noktasıymış ki bu kale, inşaatı çok uzun sürmüş ve 1600’lü yıllardaki büyük depremde zerre zarar görmemiş. Sonra da idari merkez olmuş ve şehir hazineleri hep burada korunmuş. Günümüzde kalenin bir bölümü çılgın tekno partileri düzenleyen bir gece kulübü olarak (Club Revelin) kullanılıyor. Kulübün bizi yeniden 90’lı yıllara götüren a-acayip bir eğlence anlayışı var. İlk gördüğümüzde burun kıvırmış olsak da, gittiğimiz geceler kulüpten ancak hava aydınlanırken çıkabildik...

Dominican Monastry’e ait zarif basamaklar GOT dizisi çekim yerlerinden biri olarak pek ünlü (manastırın sokağında GOT dizisinin pazar sahneleri çekilmiş, merdivenlerinde ise Kral Joffrey'e karşı bir protesto konuşması yapılmıştı).. 
Son derece yalın bir mimariye sahip bir manastır kendisi. Aslında bu yalınlık geçmişteki stratejik konumu nedeniyle bilinçli yapılmış bir hareketmiş meğer. Manastırın içi, dışına göre daha şatafatlı ve güzelliği de avlusundaki sarnıçtan geliyor. Ayrıca içindeki yeşil alan da kesinlikle görülmeli diye düşünüyorum. O nedenle, eski şehir sokaklarında dolaşırken asla ıskalanmaması gereken bir güzellik olarak not alabilirsiniz kendisini. Bu arada yaz festivalinde de kullanılan bir konser mekanıymış manastır avlusu, ama biz oradayken bir konser organizasyonu yoktu ne yazık ki.



Pile’den eski şehre giriş yapmadan evvel bir balkondaymışsınız hissi ile denize doğru bakılan teraslı bir meydan bulunuyor. Bu meydandan görünen silindir şeklindeki yapı Bokar Kalesi. Bokar, zamanında Pile Kapısı’nın korunmasından sorumlu bir kaleymiş. Şimdilerde ise, şehrin en kalabalık yeri olan teraslı meydandan resmi çekilen bir güzellik yalnızca.. İyi ki de öyle… (Bokar Kalesi ve hemen yanı başında olan Pile koyu birçok GOT bölümünde kullanıldılar. Mesela 7. sezonda Cercei ve Jamie’nin Demir Filo’nun gelişini izledikleri an ya da Myrcella’nın Dorne’a gönderilişi ve geri gelişinin beklenişi hep bu kale etrafında çekildi)

Teras alanındaki restoran ve kafelerde Bokar'ı seyre dalan birçok kişi göreceksiniz. Ben de sessizlik içindeki bir sabah yürüyüşümde kaleye doyasıya bakıp, altından bir bağlantı tüneliyle geçen denize odaklanıp, ne kadar da güzel olduğunu düşünmüştüm. Oysa bir önceki seyahatte azgın Adriyatik dalgalarından ürktüğüm için manzarayı bu kadar keyifle izleyemediğimi çok net hatırlıyorum.. 

Şehrin en bilinen görüntülerinden bir diğeri Minceta Kulesi. Bulunduğu yüksek nokta nedeniyle özellikle karadan savunma anlamında şehir için önemli bir yapıymış zamanında. Şimdilerde ise şehir manzarası için kullanılan turistik bir aktivite.. Surların bir ucu Minceta iken, diğer ucunda da Aziz John Kalesi (Mulo Kulesi) bulunuyor ve artık Denizcilik Müzesi olarak kullanılıyor. Erkenden uyanıp, şehri benim gibi sessizlikler içinde yaşamak isterseniz, dev şehir kapılarından geçerek bu yapılara daha da yakınlaşabilirsiniz. (Minceta’da olduğunuzda Dany’nin duvarlarda geçiş yeri aradığı sahneyi hatırlayın mutlaka..)

Surlardan baktığımda gördüğüm enfes mavilik ve ağır savaş günleri sonrası onarılmış kırmızı çatıların muazzam görüntüleri dışında fotoğraflamayı en sevdiğim nokta 
Eski Şehir Limanı. Bu yüzden de limana hem gece hem de gündüz kerelerce yolumuzu düşürdük diyebilirim. Tekne ile limandan denize açıldığımız günlerde ve bu gidişlerin limana geri dönüşlerinde ise doyasıya izledim liman çevresinin detaylarını.

Porporela diye bahsedilen limanın dalgakıranı üzerindeki yürüyüş yolunda, sayısını hatırlamadığım kadar çok yürüdük ve bir parça romantik duygularla sevgiliyle birbirimize daha sıkı sarıldık bu yolda. Kalabalık akşamların birinde çevredeki müziklere eşlik edip dans ettik çocuklarla. Kale surlarına tırmanmaya çalışıp saçmaladığımız zamanlar da oldu, ama en çok etraf sakinken sanki bir başka zamana ışınlanmışız duygusuna kapılmayı sevdik.. Galiba bu kez bu şehirde en sık da bu duyguyu yaşadık…



Limanda bulunan ve önceki seyahatimizde minnacık bir lokal restoranken damağımızda bıraktığı enfes hisler yanında, ruhumuzu da fazlasıyla tatmin eden Lokanda Peskarija‘nın devasa büyütülmüş haline bir miktar içerledik. Fazlasıyla da turistik bulduk yeni mekanı, ama şehre olan talep sonrası bu değişimi, anlayış göstermek gereken bir gelişim olarak algıladık.. Ancak, yüksek tavanları ve aşırı gösterişli mobilyalarıyla (oymalar, gemi iskeletleri, halatlar vs..) donatılmış aşırı itici mekan Gradska Kavana Arsenal Restaurant’ın yenilenmiş görüntüsünü bu kez pek sevdik. İç bölümü, geçmiş zamanlarda kullanıldığı gibi bir tersane olarak korunmuştu, ama dışı daha ferah, modern ve sade bir görünüme kavuşmuştu. Restoranın limana açılan kısmı yine turistik gibi dursa da, eski şehre açılan bölümünde oturmak kesinlikle keyifliydi...



Jesuit Stairs GOT’daki Cersei kızımızın “walk of shame” yani utanç yürüyüşünü yaptığı merdivenler.. Boş ya da sakin yakalamanın pek mümkün olmadığı merdivenleri fotoğraflamak için yapılacak en doğru hareket; sabah erkenden sokaklara çıkmak. Aslında merdivenlerin bu denli kalabalık ve popüler olması yalnızca dizi kaynaklı değil. Merdivenlerin fazlasıyla merkezi bir meydan olan Gundulic’in hemen üst tarafında oluşu, çevresinin restoran ve kafeler ile kaplı olması ve ayrıca da bu şehirde soluklanmak için merdivenlerin en ideal nokta kabul edilişi bu kalabalığın ana nedenleri diyebiliriz.

Gundulic, sabah erken saatlerden öğlene dek kurulu kalan lokal sebze/meyve pazarı sayesinde akşam saatleri kadar olmasa da genelde kalabalık oluyor. Yalnızca öğleden sonra 2 ve 4 saatleri arasında aşırı sıcak nedeniyle herkesin kendini deniz kıyısına atması sonrası sakinleşiyor diyebilirim. Elbette meydanı kalabalık saatlerde görmek bir başka lezzet, ama en en en iyi tavsiyem; sabah erkenden burada olmak ve pazarın kurulumunu gözlemlemek diyebilirim..

Jersuit Stairs sonrası Church of St. Ignatius of Loyola‘ya ulaşıyorsunuz. O da şehrin kıymetli kiliselerinden biri ve iç kısmı nefis Barok freskler ve Aziz Ignatius'un yaşamından sahnelerle süslenmiş durumda.. Akşamları merdivenleri çıkıp, Loyola'nın hemen karşısındaki restorandan gelen klasik müzik eserlerini dinleyerek kilisenin dev kapısı önünde etrafı seyre dalmak hakikaten keyifli..



Genel hatları ile şehir bu notları içeriyor benim için...
İkinci postta alternatif çevre gezileri, plajlar ve yeme-içme olacak muhtemelen.. ;)

Sevgiler
lulu
x

Post 2: Dubrovnik - Alternatif Geziler
Post 3: Dubrovnik - Yeme-İçme rehberi
Post 4: Dubrovnik - Plajlar ve Riviera