Öne Çıkan Yayın

PUGLIA - Itria Vadisi

18 Ekim 2019 Cuma

PARGA

Selam,

Meteora’dan ruhumuz yükselmiş, bedenimiz adeta yenilenmiş hisleriyle ayrılıyor ve Parga için yola çıkıyoruz. Her yolculuğun birbiriyle yarışır derecede güzel olması normal mi? Yol, Meteora’dan Parga’ya bizi ulaştıracak otobana bağlanıncaya dek (40 km kadar) müthiş görüntüler sunuyor bize. Virajlı yollarda, yol kenarlarını kırmızıya boyamış gelincikleri izleyerek ve sevdiğimiz müzikleri dinleyerek ilerliyoruz. Arada koyun sürüleri çıkıyor yolumuza. O zamanlar biz duruyoruz, yol onların oluyor....


Yamaçtaki köylerden yemyeşil Trygona’ya ve minnacık Analipsi’ye bayılıyor ve Analipsi’de kısa bir kahve molası veriyoruz. Otobana yani yine Egnatia Odos’a bağlandığımızda, önümüzde Ioannina yönünde yaklaşık 110 kilometre var ve otoban yine sevdiğimiz yol görüntülerine sahip. Kısalı uzunlu ve tedirgin edici olabilen uzunluktaki tünellerden geçiyoruz. Yorulunca, hem ihtiyaç gidermek hem de kahve molası vermek için otobandan çıkıp yol kenarı kasabalarından Chrysovitsa’ya giriyoruz. Karşımıza pek lokal bir köy kahvesi çıkıyor. Başka yerde olsa dönüp bakmayacağımız kadar eski görünen binanın camlarından içeriye göz atınca, içeride souvlaki yapan teyzeleri ve masalara oturmuş orta yaşlı erkekleri görüyoruz. Bu sırada mekanın çocukları ya da torunları da bisikletlerini bırakıp bizi izliyor durumdalar. "Hadi, içeri girelim" diyoruz, zira belli ki burada hayat var.. Herkes tatlı bir gülümsemeyle karşılıyor bizi içeride. Hafif serinlemiş hava, hem kahvenin hem de insanların sıcaklığıyla içimizi ısıtıveriyor. Bana kalırsa kahvenin küçük barında durup espresso siparişi veren ve içerken keyiften çatladığı yüzünden okunan sevgili, burada tattığı kahveyi asla unutmayacak, bunu hissediyorum..


Bu tatlı mola sonrası yeniden otobana bağlanıyoruz. Girdiğimiz ilk tünelin çıkışında beklenen yağmur da başlamış durumda. “Pıtı pıtı ne kadar güzel yağıyor” derken hızlanıveriyor, ama ne hızlanmak!! Gökyüzü genel olarak karanlık ve çevre dağların tepelerine bulutlar inmiş, ama yine de ara ara güneş ışığı hüzmelerini görüyoruz yolda ve hakikaten yolculuğumuz daha ne kadar güzelleşebilir merak ediyoruz...

Otoyoldan çıkıp, Parga yönüne doğru ara yollara dalınca yine virajlı ve yemyeşil yollara sahip oluyoruz. Yeşil, bu yolculuğun neredeyse başından beri bizimle, ama otoban dışındaki yollarda kendisine daha yakın olmak bir harika! Parga’ya yaklaşırken müziğin sesini iyice açıyoruz, camlarımızı da… Sevgili, Parga tabelasını gördüğünde “öğleden sonra uzosunun vakti geldi" diyor. Yağmura rağmen hala  balkonlarda asılı duran, defalarca yıkanmaktan yıpranmış, ama yine de bembeyaz görünen çamaşırlara bakarken “evet” diyorum… "Hoşgeldik uzosu içelim hemen!"

Not: Meteora – Parga arası toplamda 185 km kadar ama ara yolların virajları ve tüneller hesaba katılınca, şehre varmak 2,5 saati buluyor.







Otelimize dediğimiz hızlı merhaba sonrası, valizlerimizi bile arabamızdan çıkartmadan Parga’nın merkezine gidip, kendimizi nefis bir öğleden sonra yemeğine teslim ediyoruz. Açıkçası Parga denince Alpico’nun bile aklına ilk olarak bu yemek geliyor. O derece tatmin edici bir deneyim bizim için.. Bir kere, hala yağmur yağmaya devam ediyor ve biz restorana oturduğumuz an şiddetini daha da arttırıyor. Ortaya çıkan pitoresk görüntülerle; Parga’nın sahili, sahilinin ardında yükselen renkli evleri ve plajın hemen karşısında olan ikonik kayaları izlemeye doyamıyoruz... Huzurluyuz ve en güzeli de artık hiçbir yere yetişme telaşımız yok!


Yağmur neredeyse durunca, Parga’nın yasemin kokulu sokaklarında dolaşıyoruz. Ara sokakların güzelliği, sahilinin çiçekli görüntüleri, restoranların enerjisi derken arka sokaklarda bulunan çarşı kısmına geçiyoruz. Tatlı seramik dükkanları buluyoruz çarşı içinde. Düz ayak başlayıp, minik minik merdivenlerle tepeye doğru devam ediyor bu dükkanlar.. Arada şipşirin, daracık ve begonvillerle kaplı sokaklar çıkıyor karşımıza. Çok şirinler ve adalarda alıştığımız görüntülerden de farklılar.. Daha çok Nafplion'un sokaklarına benzetiyoruz buraları sevgiliyle.. Bu sırada Alpico’nun dilinde, sahilde gördüğü bir waffle dükkanı var. Aslında kendi şehrimizde pek yemediğimiz bir lezzet kendisi, ama tatildeyiz! O yüzden Alpcan'ın heyecanıyla koşar adım yeniden sahile iniyoruz. Hedef Cafe Smart. Lezzetli bir waffle deneyimi yaşıyoruz Smart'ta ve tek bir porsiyon üçümüze de yetiyor.. Burada otururken, hem etrafı gözlemleyip hem de gevezelik ederken hava kararmaya yüz tutmuş durumda. Artık otelimize gidip yerleşme ve biraz da ayaklarımızı uzatma derdindeyiz. Belki bir film de izleriz diye düşünüyoruz sevgiliyle, ancak bu düşünce sevimli otelimize yerleşmek ve zaman kaybetmeden derin ve upuzun bir uykuya teslim olmakla sonuçlanıyor… Öyle güzel bir uyku ki, tahmin edemezsiniz…



KONAKLAMA:

Parga (kendisine şehir demek pek zor gelse de..) minicik bir sahil şehri. Konaklama olarak seçiminiz neresi olursa olsun pek de ana merkezden uzaklaşmış olmuyorsunuz. Biz, hem yaz sezonu başlamış olduğundan hem de sezon olsun ya da olmasın denize yakın olmayı çok sevdiğimizden Valtos plajı üzerinde bulunan otellerinden birini seçtik kendimize.. İsmi; Cape North West ve bu sahilin iyi otellerinden biri kendisi, hatta plaj işletmesi bakımından en iyisi bile diyebilirim. Plajı dışında; barı ve restoranıyla da çok başarılı bir işletme ve dillere destan bir kahvaltısı olduğunu da eklemeliyim. Eğer kahvaltı sizin için önem teşkil ediyorsa, Cape North West kesinlikle doğru tercih olabilir. Aslında bir de Golden Bay Suites & Maisonettes vardı aşırı beğendiğimiz ve size de tavsiye edebileceğim. Deniz bir miktar uzak kalıyor diye karar değiştirmiş biz, ama oldukça konforlu bir işletmeydi. Göz atmanızı tavsiye ederim..

Bu arada, şunu da eklemeliyim; normalde tek gecemiz dahi olsa AirBNB kiralaması yapmayı tercih ediyoruz seyahatlerimizde, ama bu kez organizasyonu son dakikaya bıraktığımdan istediğimiz standartta bir daire bulamadık. O yüzden de risk almak yerine otel tercihi yapmak daha mantıklıydı; ancak siz erken davranırsanız, teraslı ve enfes manzaralı bir daire kiralayabilirsiniz.

(Görsel Youtube'dan..)



PARGA VE ÇEVRESİ:

Yunanistan’ın kuzeyinde ve İyonya Denizi’nin kıyısında olan Parga, The Durrells dizisini izledikten sonra daha da fazla seyahat etmek istediğimiz Korfu Adası’nın güneyinde, İyonya Denizi’nin en minik adaları olan Paxos ve Anti-Paxos’un ise hemen karşısında kalıyor. Bölge olarak Epirus adı alında toplanıyorlar Preveze ile birlikte. Daha önce söylediğim gibi; bir şehir olsa da, daha çok bir balıkçı kasabası kıvamında kesinlikle.. İnsana çoğu zaman ada hissi de veriyor, ama aslında Cape Aktion yani Aktion Burnu’na bakan yarımadada konumlanmış bir kıyı şehri kendisi.

Parga’nın pitoresk görüntüsünde; tepelerin eteklerine yayılmış ve sanki bir amfi tiyatroyu andıran konumu dışında, sahilin hemen karşısında bulunan ve Meryem Ana'ya adanmış olan Panagia Adası da etkili. Göze hemencik çarpan, denizin içindeki iki dev kayanın isimleri ise; Kremyda ve Skorda.


Okullarımızda öğrendiğimiz, Kanuni’nin sadrazamlık yaptığı yer tam olarak burası, yani Parga. Ayrıca, hepimizin okuldan çok Muhteşem Yüzyıl dizisi sayesinde daha iyi tanıdığımız Pargalı İbrahim Paşa’nın da doğum yeri burası. Bu açıdan, zaten çocukluktan beri aklımızda yer etmiş bir şehir ve sanırım bu yüzden de daha yakın hissettiriyor biz Türklere kendini.. Konumu itibariyle Ortaçağ’dan 17.yy’a dek birçok istilaya (Fransız, İngiliz ve son olarak da Osmanlı) ve korsan saldırısına uğrayan savunmasız Parga'ya, Venedikliler bir kale inşa etmişler. Bu kale şehrin kesinlikle en ünlü tarihi kalıntısı durumunda..

Hikayemize geri dönersek; ilk günün yorgunluğuyla çektiğimiz enfes uyku sonrası şundan çok eminiz ki; bundan sonra günlerimiz daha dinç olacak, zira az değil tam 12 saat uyumuşuz. Neyse ki; hava hala kapalı ve güneşi yeniden görene dek deniz dışında Parga’nın çevresi ve tarihini gezme derdinde olacağız. O nedenle ilk hedefimiz Venediklilerin şehre kazandırdığı Parga Kalesi‘ni ziyaret etmek.. Kale ziyareti için Valtos plajının arka sokaklarından tepeye doğru yol alıyoruz. Aracımızı park ettiğimiz noktadan sonra ise, Valtos’un solunda kalan tepelerden, manzarayı seyre dalarak yürüyor ve kaleye ulaşıyoruz.. Parga Kalesi zamanında Barbaros Hayrettin Paşa’nın hiddetinden nasibini almış ve yerle bir edilmiş bir kale aslında. Sonrasında yeniden onarılmış olsa da şu an gerçekten harap durumda. Yine de şehrin en tepe noktasında bulunması sayesinde enfes bir panoramik manzaraya sahip. Sanırım bu kalenin bize verdiği en güzel his tarihinden ziyade manzarası oluyor… Bir de, aklımıza hemen Game of Thrones’u getiren kapısının ilginç olduğunu söyleyebilirim.. Eğer Parga’dan çıkıp Anthousa yönünde yol alırsanız, Parga Kalesi’ne göre daha iyi durumda olan Ali Paşa Kalesi bulunuyor. Yine kaleden ziyade İyon Denizi manzarası için ziyaret edilebilir burası da..



Bu arada Valtos’un tepelerinden kaleye ve merkeze doğru yürürken bolca mekan çarpıyor gözümüze. Öğle ya da akşam yemekleri ve aperitif zamanları için aklımıza birkaç mekan yazıyoruz hemen. Deniz manzaralı ve genelde iki üç katlı olan küçücük evler, evlerin yaşlı sakinleri ve araba geçmeyecek kadar dar sokaklar…. Hepsi hafızamızda güzel yerlere yerleşiyorlar. Daha sonra detaylıca gezdiğimiz o daracık sokaklara bayılıyoruz sevgiliyle. Küçük şapeller ve kiliseler görüyor, hepsinin içlerinde az da olsa vakit geçiriyoruz. Sokaklara yayılmış restoran kokularını takip ediyor ve dolanırken küçük ve şirin meydanlara ya da yeniden merkezin arka sokaklarında bulunan çarşıya ulaşıyoruz. Bu sokaklar, Puglia seyahatinde ziyaret ettiğimiz Itria Vadisi köylerini getiriyor aklıma, zira benzer görüntüler buluyorum bu sokaklarda.. Ki o an aklıma şu geliyor; Itria Vadisi köylerinde dolanırken de kendimi bir Yunan adasındaymışım gibi hissetmiştim ben… O duygumu çok net hatırlıyorum..

Yürüyüş denince bir notum da Parga’da yürüyüş geleneğinin kitabını yazmış olan İngiliz Lance Chilton’un “Walks in Parga” kitabı. Bu kitabı Parga kitapçılarında bulabilirsiniz..

YEME – İÇME:

Parga sahili ve ara sokaklarında onlarca mekan göreceksiniz. Sahildeki sıralı tavernalardan birini ya da sahili görebilen tepelik konumlu bir restoranı seçerseniz yemeğinize limandaki balıkçı teknelerinin manzarası da eşlik ediyor olacak. Bu gerçekten yemeğinizi keyifli kılacak bir detay. Ayrıca Parga’nın bir balıkçı kasabası olmasının avantajı olarak, balık ve balık ürünlerini gayet makul bir fiyat ile deneyimleme şansı bulacaksınız. Deniz ürünleri bol, çeşitliliği fazla ve lezzetleri kesinlikle fiyatlarıyla ters orantılı diyebiliriz. Deniz ürünleri dışında, Souvlaki ve İtalya sınırına olan yakınlık nedeniyle bolca pizza şansınız da var şehirde.


Valtos plajına tepeden bakan ve oldukça tatminkar bir manzara sunan Med Parga, aslında yemek alternatifi sunuyor olsa da bence kesinlikle bir kokteyl mekanı olarak notlarınızda olabilir. Biz daha lokal bir alternatif bakıyoruz derseniz, bizim de tercih ettiğimiz Sail In Bar, yemek öncesi ya da sonrası alacağınız kokteyller için Parga merkezindeki en tatlı manzara noktalarından biri diyebilirim.. Sail In Bar'ın minik balkonlarında yer bulursanız da ne mutlu size! Bu iki mekan arasındaki en önemli fark ise manzaralarının açısı..  Med Parga, Valtos ve ardında uzanan İyonya Denizi’ne bakarken; Sail In Bar, Panagia manzarası ile adeta taçlanıyor! Bu manzaranın en turistik noktası ise; Kastro 1380 Restaurant Cafe Bar. Açıkçası biz böylesi bir kalabalık içinde olmayı pek tercih etmiyoruz ama şehrin sakin zamanlarında tercih edilebilir..


Valtos manzaralı Filo Mila, caz müziğinin hakim olduğu pek şirin bir mekan. Her geçişimizde “bir yemek öncesi atıştırması ya da yemek sonrası keyfi yapalım burada” dedik birbirimize. Caz dinlerken, birer kadeh şarap ve yanında birkaç deniz ürünü tattığımızda da çok çok mutlu olduk bu şirin işletmede.. Açıkçası, daha çok akşam yemekleri için tercih edilen restoranı ben de size bir akşam yemeği için önerebilirim.

Sakis yine bu yürüyüşlerde gözümüze çarpan ve kesinlikle burada yemeliyiz dediğimiz bir tavernaydı. Yer bulması bir miktar zor olsa da taverna sokağa yayılmış, hatta bir bölümü asmaların altına kalmıştı ve aşırı sevimliydi. Rezervasyon varken dahi sıra beklenen, beklerken de uzo ikram edilen bu tatlı mekanın lezzet seviyesi elbette bizi şaşırtmadı.. Basit ama mükemmel bir akşam yemeği yedik burada..



İlk gün otele dahi yerleşmeden, o nefis yağmurlu havada gittiğimiz ve Parga’nın merkezinde bulunan restoranın adı ise, Villa Rossa’ydı. Parga sahiline hemen köşeden bakan bir konumu vardı restoranın. Bir butik otel de olan mekanın restoran kısmı fiyat olarak genelin bir miktar üzerindeydi, ama lezzet çıtası oldukça yüksek bir füzyon mutfağıydı. Bu arada porsiyonları klasik Yunan anlayışından çok çok uzakta, hatta daha çok şef restoranı kıvamındaydı.. Porsiyonlarının minikliğine rağmen, yediğimiz her tabağın lezzetine kefil olabilirim. Hele ki; avokado yatağında sunulan meyveli karidesler, üçümüz için de muazzam bir deneyimdi. O nedenle, Villa Rosa için bu seyahatin üzerine yıldızlar yağdırdığımız yemek deneyimiydi diyebilirim..


Bir keyifli yemek deneyimini de Taverna Stefanos’da yaşadık. Burası bir balıkçı restoranıydı ve ailece işletiliyordu. Stefanos’un kuzey Avrupalı zarif eşi, bize gün batımı vakti için hakikaten nefis bir masa ayırmıştı. Ortam çok keyifliydi, balıklarımız tazecikti ve özlediğimiz Yunan mezelerine gerçekten de tam anlamıyla doymuştuk burada. Valtos plajına bakan manzara da restoranın tatlı bir bonusu olmuştu bizim için, ki zaten Stefanos’u tercih edişimizin ilk nedeni de bu manzara etkisiydi…


Daha evvel bahsettiğim Smart Cafe; waffle yemek (ki aşırı lezzetliydi) ya da sağlıklı detoks karışımları içip, gelip geçeni seyre dalmak adına iyi bir adres..

Akşam yemekleri sonrası mutlaka uğradığımız dondurmacımız, kaleye doğru merdivenleri tırmanırken sağımızda kalan Magic Cream oldu. Artizan olmamakla birlikte, mutluluk garantili klasik bir dondurmacı olduğunu söylemek gerek.. Neticede dondurma bir çocuk için daima bir dondurma oluyor ;)

Yunanistan’da olunca dondurma yerine "frozen yogurt" da tercih edilebiliyor. Biz de teslim oluyoruz Alpico’nun bu isteğine ve "üzerinde meyve olsun" uyarısıyla Chillbox’tan küçük boy bir kutu alıyoruz.. ;)


ÇEVRE  PLAJLAR:

Valtos, bizim otelimizin de bulunduğu, çevresi oteller ve restoranlarla çevrelenmiş, Parga’nın, hatta Yunanistan’ın ünlü kum plajlarından biri ve uzunluğu sayesinde yürüyüş için de uygun bir plaj denebilir. Plajda yürüyüp, sonra da bir miktar bayır tırmanışı yapılırsa, Parga Kalesi’ne rahatça ulaşılabiliyor. Valtos, konumu nedeniyle organize bir plaj, aktivitesi bol ve suyu gerçekten güzel bir sahil..


Kryoneri, Panagia Adası’nın hemen karşısında kalan şehrin en merkezi plajı. Biraz kumlu, biraz minik çakıllı bir sahili var. Bana kalırsa bu plajın en güzel yanı; Panagia Adası’na doğru yüzebilmenin keyfi… Adaya çıkıp, küçük şapeli gezme şansınız da olabiliyor, ama onu mayo ile nasıl yaparsınız bilemiyorum.. Deniz elbette tertemiz ve rengi de bakmaya ve yüzmeye doyamadıklarımızdan..


Parga’ya gelmeden evvel, şehrin 3 km gerisinde bulunan Lichnos bu çevrenin en ünlü plajlarından biri. Epey kalabalık olduğundan biz kendisine zaman ayırmadık, ama deniz olarak nefis bir alternatif olarak not edilebilir. Özellikle koyda bulunan mağaralar nedeniyle şinorkel yapmaya uygun bir koy burası. Bu arada Lichnos’a Parga merkezinden kalkan küçük teknelerle ulaşım mümkün.


Elimizde harita, Yunan adalarını 360 derece dönmeye ve canımızın çektiği her plajda ıslanmaya alışkın olduğumuzdan, Parga kıyılarında da böyle bir yol izleme kararı alıyoruz sevgiliyle. Amacımız, bizi Parga’ya duygusal olarak daha da çok bağlayacak güzellikteki denizlerde yüzmek. Parga’dan çıkıp, zakkumlu ve bize Sicilya yollarını hatırlatan yollarda yaklaşık 30 dakika kadar araba kullanıp; upuzun bir plajın, tertemiz ve oldukça bakir olan  tarafına sığınıyoruz. Vrachos - Loutsa plajları burası. Sığ denizin minik dalgalarında dans ettiğimiz, ailece çok eğlendiğimiz ve Alpcan’ın hatırında hep bu eğlence ile kalacağını bildiğimiz zamanlar geçiriyoruz bu plajda.. Kumlara peştemallerimizi atıp, keyif de yapıyoruz kumsalında...


Vrachos yolunda, kasabanın en gizli saklı ve en vahşi plajı olarak bahsedilen Alonaki Fanariou bulunurmuş. Mutlak bu gizli cennete gidilmeli diye bahsedilen bu plajı -artık nasıl saklamışlarsa- biz bulamıyoruz. Resmen araba ile bir o yana, bir bu yana dolanıyoruz, ama yok! olmuyor.. Belki de navigasyonun azizliği, bilemiyoruz. Biz de, daha fazla zorlamayalım diyerek, yolumuza devam ediyoruz. (Notlarınızda olsun bu plaj ve lütfen bulun onu..)

Vrachos – Loutsa sonrası geldiğimiz yolu geri dönüp, gerçekten geçmişte bizi hep aşırı mutlu etmiş bir plaj tipine rastlıyoruz. Elbette hiç tereddüt etmeden virajlı yoluna sapıyor ve sahile vardığımızda heyecanla arabamızdan iniyoruz. Bu ne güzel bir deniz böyle! Alonaki’yi bulamadık diye evrenin hediyesi sanki burası. Suyu şıkır şıkır, sahili taşlık, etraf neredeyse denizin minik dalgalarını duyabilecek kadar sessiz ve ağaçlar altında minicik bir büfesi var. Adı Ai Giannakis. Organize değil, yani tam olarak en sevdiğimiz sahil tipinde.. Sıcaklık etkisiyle kendimizi hemen suya bırakıyoruz.. Hızlıca derinleşen, serin ve fazlasıyla ferahlatıcı bir yüzüş oluyor… “Merhaba Yaz!” diye sesleniyorum benimkilere yüksek sesle, zira bu 2019 yaz ayları için ilk deniz tecrübemiz. Plajın bir ucu genç bir çifte, diğer ucu orta yaşlı bir amcaya ve tam ortası da bize ait. Taşların üzerinde hiç rahat olmadığımız, ama yine de mutlu mutlu yayıldığımız uzunca bir zamanı burada geçiriyoruz.. Sevgili de küçük büfeden flappe yaptırıyor bize Oradan ayrılmadan evvel, uzun yıllardır topladığımız "Dünya Plajlarından Taşlar" koleksiyonumuza enfes örnekler buluyoruz. Sanki Van Gogh boyamış da sahile fırlatmış gibiler. Nefis!




Bu anlattığım plajlar, Parga'ya varmadan ulaştıklarımız ve Parga’yı kapsayan plajlardı. Parga’yı geçtikten sonra ulaşacağımız yakın plajlara da çeviriyoruz rotamızı. İlk hedefimiz Syvota oluyor. Yolumuz aşağı yukarı 35 km ve virajlı, ama tamamı yemyeşil ve mis kokulu.. Virajlar yüzünden Alpico ve benim bir parça midemiz bulansa da işaret sistemi pek de iyi olmayan yollardan devam edip, Autorusa üzerinden Syvota’ya ulaşıyoruz. Şirin bir liman kasabası burası. Sıcak yüzünden burada zaman geçirmeye pek niyetli değiliz, ama belki plaj sonrası bir kahve içimi uğrarız diye düşünüyoruz. Ve limandan görünen karşı tepenin hemen ardında kalan ve Yunanistan’ın gizli saklı kalmış bir güzelliği kabul edilen mükemmel bir plaja yani Bella Vraka‘ya ulaşıyoruz. (Yunanistan plajları arasında “The best-kept secret of Greece” olarak geçiyor kendisi.) Ulaşıyoruz derken, önce aracımızı park ediyor, sonra bir süre araçların giremediği bir yolda yürüyor ve dar merdivenler ile Bella Vraka’nın ilk merhaba noktasına ulaşıyoruz.. Bu nasıl bir doğa böyle!!!

Plaja indiğimiz noktada, denizin içinden yürüyerek, adeta bir tropikal orman görüntüsü sunan kıyıya yani Mourtemeno’ya geçmemiz gerekiyor. Sırt çantalarımız iyi ki var! Plaj çantamız ve terliklerimiz ellerimizde, suyun içinden sevinçle yürüyoruz. Alpico da o anlarda inanılmaz mutlu ve coşkulu. Karşı kıyıya geçince denize girmek için sabırsız olsak da kısa, ağaçlar sayesinde bir tüneli andıran tropik bir orman içinden yürüyerek diğer plaja yürüyoruz. Bir o plaj, bir bu plaj… Ardışık düzende sıralanmış 4 plajı var bu bölgenin. Bu ziyaret, Alpico için de çocuk ruhlu anne babası için de aşırı heyecanlı gelişiyor… Orada, o göl gibi sakin denizde -etrafın kalabalık olmamasına şükrederek- öyle keyifle yüzüyor, öyle keyifli zaman geçiriyoruz ki tarif edemem… Bella Vraka için serendipity tanımlamasını kullanıyorlar. Güzeli ararken, bir başka güzele rastlamak yani…;)




Bella Vraka öncesi ulaşabileceğiniz Mikri Ammos organize bir plaj. Biz keşif yapmaktan yana olduğumuzdan burada zaman geçirmiyoruz ama tam gün keyif yapmak isteyenler için iyi bir tavsiye olabilir, zira denizi pek güzel. Mikri Amos öncesi yine Syvota sınırları içinde kalan Mega Drafi plajı var. O da organize bir plaj ve yine muazzam güzel bir su rengine sahip.. Aynı yol üzerinde yani Parga’dan Anthousa istikametine doğru giderken ulaşılan ve bölgenin en güzel su rengi diye bahsedilen Sarakiniko plajı bulunuyor. Diğer plajlar kadar bilinmese de, günlük teknelerin bir durağı olması nedeniyle gün içinde, özellikle de yaz sezonda aşırı kalabalık bir plaj burası. Yolu bir miktar uzak ve zorlu olduğundan tekneler buraya sefer yapmaya başlamışlar zaten. Organize bir plaj ve çevresinde taverna alternatifiniz var. Gitmemiş olsak da Sarakiniko sonrası hatta hemen sonrası Agios Sostis plajı bulunurmuş. Kendisini notlarınıza ekleyebilirsiniz.

Bu arada bunlar bizim radarımıza takılan ya da daha çok ziyaret ettiğimiz ya da etmesek de bir merhaba diyerek ıslandığımız plajlar. Elbette bunlar dışında da birçok organize ya da bakir plaj bulmanız mümkün..

ALTERNATİF GEZİLER:

Parga'dayken, bir tam gününüzü ayırabileceğiniz ve günlük tekneler ile geçiş yapabileceğiniz enfes bir ada alternatifiniz var. İyon Denizi adaları içindeki en küçük ada olduğu söylenen sevimliler sevimlisi Paxos. Paxos'un hemen yanıbaşında bulunan adacığı Anti-Paxos ve Blue Lagoon için; Paxos turunda kesinlikle deneyimlenesi gereken yüzme noktaları diyebilirim. (Bu üç destinasyonu bir sonraki postta detaylı anlatacağım ama şunu hemen söyleyebilirim ki; benim kişisel olarak Yunanistan kıyıları ve adaları içindeki en favori su rengim Anti-Paxos'un Voutoumi plajı oldu)

Eğer vaktiniz var ise, Parga’ya 70 km gibi bir mesafede bulunan Preveze şehrini programınıza alabilirsiniz. Ya da aynı şekilde Igaumenitsa şehrini de ziyaret edilebilirsiniz. Ayrıca Igaumenitsa’dan Korfu Adası’na da geçiş feribotu bulunuyor. (Bana kalırsa bu başlı başına bir başka seyahat rotası oluyor..)

Antik kalıntıların meraklısıysanız Nekromanteio ve Acheron antik kalıntıları ve plajı ziyaret edilebilir. Hatta, bizim için çok cazip olsa da vaktimiz buna yetmediğinden programımıza almadığımız Acheron Nehri’nin buz gibi sularında kano deneyimi yaşamak, suların içinde yürüyüş yapmak, dar bir geçite ulaşana dek yürüyüp nehrin ana kaynağına ulaşmak ve bunları yaparken bir parça da ürpermek eminim yaşanası bir deneyim olur.. Açıkçası Acheron’un İyonya Denizi ile buluşma noktasını görmek ve o noktada yüzmek de müthiş bir aktivite olabilir.

NE ALINIR?

Kişisel olarak pek sevdiğim seramik dükkanları dışında, Parga’dan ne alınır sonusunun benim için tek yanıtı var; o da zeytinyağı. Voltos plajının tepelerinden ulaşılan sıralı evlerin o daracık sokaklarından merkeze doğru inerken Paragaea isminde butik bir zeytinyağı fabrikası ile karşılaşılıyor. Biz zeytinyağımızı işte bu fabrikanın satış mağazasından, tatlı bir satış görevlisinin damak zevkimizi değerlendirmesi sonucu aldık. Çok da yerinde ve bizi mutlu eden bir seçim olduğunu söyleyebilirim. Parga'dan döndüğümüzden beri salatalarımıza eşlik ediyor kendisi...

SONSÖZ: Fotoğrafı çekilip, çerçeve yaptırılası şirin Parga’nın renkli binalarını, zaman zaman İtalyan, çoğu zaman Yunan ama arada bir de Türk kokuları yayan mimarisini ve sunduğu kendine has görüntüleri çok sevdik biz.. Burası, karanlık gökyüzünün yağmurlu bir gününde bize kendini sevdiriveren sıcacık bir şehirdi sonuçta.. O yüzden de sanki bana hep ve en önce yağmurlu hallerini hatırlatacak gibi hissediyorum. Bir parça melankolik, kesinlikle romantik, ama yüzü bir şekilde daima güleç...

lulu
x

26 Eylül 2019 Perşembe

METEORA

Selam yeniden!

İlk postta kendimce anlattığım ve Selanik'te geçen dolu dolu ilk gün sonrası, yorgunluktan derin ve kesintisiz bir uyku çekiyor ve sabahın erken saatlerinde uyanıp, Meteora için yolumuza koyuluyoruz.

Seyahat etmek çok güzel, ama yol almak da aşırı keyifli değil mi? Büyük keyif alıyoruz bu yolculuğumuzdan kontağı ilk çevirdiğimiz andan beri. Gideceğimiz yere varma hevesimiz dışında, bizzat yolculuğun kendisinden...

Diğer yandan heyecanımız da çok yüksek Meteora için. Bazı seyahat noktalarının hakikaten "doğru" zamanı olduğuna, ruh hazır olmadan fiziken harekete geçilmemesi gerektiğine inanıyorum ben. Meteora, işte bana bu duyguyu hissettiren ilk adreslerden biri. Sonunda bu serüvene hazır olduğumun bilincindeyim ve heyecanım da en çok bu bilinç yüzünden.

Hayalini kurduğum o mistik yer sonunda gerçeğim olacak, nasıl heyecanlı olmayayım ki?


M E T E O R A 

ULAŞIM

Selanik sonrası kendi aracınızla yol alıyorsanız Egnatia Odos A2/E90 otobanını kullanılarak 2 saat 45 dakika gibi bir sürede Meteora'ya ulaşılıyor. Selanik'e uzaklığı 225 km, ama otobanın birçok noktasında bulunan tüneller nedeniyle yol hız yapmaya pek de müsait sayılmaz. Yine de aşırı keyifli bir yolculuk olduğunu söyleyebilirim. (Otoban geçişleri için toplamda 9,10 euro ödeme yapmak gerekiyor. -Yıl 2019-) 

ALTERNATİF ULAŞIM

Meteora/Kalambaka'ya, Atina (Larissa Railway Station) ya da Selanik'ten (Neos Sidirodromikos Stathmos Station) tren ile ulaşmak mümkün. Atina'dan 5 saatlik bir yol süresi var trenin. Selanik'ten ise yalnızca 2 saat 40 dakika sürüyor. Bazı trenler Paleofarsalos'ta değişim yaptığından, bu noktaya ya dikkat etmek gerekiyor ya da risk almadan direkt Kalambaka'ya giden tren biletini almakta fayda var. Tren biletleri seçeceğiniz saate göre Selanik'ten 25/30€, Atina'dan ise 30/40€ gibi bir rakama alınıyor, ama tarihleriniz net ise gidiş-dönüş bileti kestirmek çok daha avantajlı.

Otobüs bir başka ulaşım seçeneği Meteora için. Selanik'te Macedonia Intercity Bus Station'danAtina'da ise Liosion Station'dan kalkan otobüsler ilk olarak Trikala şehrine gidiyorlar. Trikala'ya vardığınızda da Kalampaka'ya giden otobüslere geçiş yapmanız gerekiyor. Atina'dan Trikala 4,5 saat, Selanik'ten 2,5 saat. Trikala-Kalambaka arası ise 25/30 dakika kadar sürüyor. Yani, otobüs yolculuğu bir miktar daha zahmetli diyebiliriz. Bu arada otobüs fiyatları da Selanik'ten 20€ Atina'dan ise 30€ civarındalar ve yine gidiş-dönüş bileti kestirmek çok daha avantajlı. (Trikala-Kalambaka arası ise 2,60€)

Bizim araba yolculuğumuza dönersek; bir otobandan beklentimiz ancak bu olabilir diye konuşuyoruz sevgiliyle. Etraf yemyeşil, tertemiz ve yolda bulunan diğer araçlar bizi asla tedirgin etmiyorlar. İhtiyaç gidermek için ödemeli geçiş noktalarının hemen sonrasında bulunan, otoban kenarındaki küçük tuvaletleri kullanıyoruz. Bu eski püskü binaların dahi bir çalışanının bulunması, içlerinin temiz ve tuvalet kağıtlı oluşu hoşumuza gidiyor. (Eğer gişe sonrası değil de yol boyunca kahve, yemek, tuvalet ya da benzin ihtiyacınız olursa, otobandan çıkış yapıp kasabalara giriş yapmanız şart.)

Yolculuk sırasında bazı tünellerin uzunluğu 6 km'yi bulduğunda tedirgin olmuyor da değiliz aslında, ama dönüş yolunda maruz kalacağımız tünellerden henüz haberdar olmadığımızdan bunu tedirginlik sayıyoruz, oysa saymamalıymışız...

Selanik-Meteora arasındaki otobandan çıkıp Kalambaka yönünde, vadinin içlerine doğru ilerlemeye başladığımızda yol daha da güzelleşiyor. Ara ara lavanta tarlaları çarpıyor gözümüze. Nedense yola yakın değil de, tepelerin yüksek yerlerinde bu tarlalar. Değişik geliyor bu görüntü bize. Böyle böyle yol alırken ve kulağımızda geleneksel Yunan müzikleriyle gayet mutluyken, dev kayalar gözümüze değmeye başlıyor ve tamamen tesadüfi olarak o anlarda yağmur damlaları ıslatıyor arabamızın ön camını.. Kayaların görüntüsü yağmur damlalarıyla birleşince kesinlikle muazzam bir his yerleşiyor içimize ve yaklaştıkça da bu his yükseliyor....


Meteora'ya ulaştığımızda öyle aç hissediyoruz ki; günün kalanının aşırı yorucu geçeceğini bildiğimizden, otelimize eşyalarımızı atar atmaz yasemin kokularıyla kaplı bir bahçede, hatta bu bölgenin en iyi restoranı da olduğu söylenen Restaurant Meteora'da mükellef bir öğle yemeği yiyoruz.. Mezelerimiz sonrası gelen, güveçte uzun saatler pişmiş, daha çatalı değdirdiğimiz anda dağılıveren ve de erik ile lezzetlendirilmis enfes et yemeğimize
ba-yı-lı-yo-ruz! (Adres: Trikalon 2,Kalambaka) 


GENEL BİLGİLER

Meteora, orta Yunanistan'da Athos Dağı eteklerindeki vadiye yayılmış Kalambaka şehrinin yakınındaki Kastraki köyünün hemen ardında yükselen kayalık bölgeye verilen isim. Harita üzerinde İstanbul'dan sola doğru hafif eğik bir çizgi çizerseniz neredeyse bize paralel bir konumu olduğunu görebilirsiniz. Bölge, vadiye yayılmış dev kayaları sayesinde farklı ve büyüleyici bir coğrafya olarak kabul ediliyor. Kayaların üzerine yüzyıllar evvel inşa edilmeye başlanan Bizans Ortodoks manastırları sayesinde ise bu büyüleyici coğrafyanın güzelliği daha da bir taçlanmış durumda.


Tahmin edilen, Meteora'da 20.000 yılın öncesine dayanan bir yaşamın varlığını sürdürdüğü. Bölgenin ortaya çıkışı ise milyonlarca yıl önce gerçekleşen doğa olaylarına bağlanıyor. Keşişlerin Meteora'ya ilk yerleşim zamanı 11.yy olarak doğrulanmış olsa da asıl yerleşimin 14.yy'da başladığı ve bu yüzyılda manastır inşaatlarına da ilk adımların atıldığı doğrulanıyor. Bu noktada, keşişlerin böyle akıl almaz derecede zorlu bir alana manastır inşa etmelerinin ana nedenlerinin ulaşılamama ve korunma isteği olması yanında; manastırların insana huzur veren manzaraları olduğuna da insanın aklı kolayca yatıyor. Keşişlerin korunma isteğinin Türk korsanlarının baskınlarından kaçmak ve Ortodoks mezhebine karşı olan acımasız tavırlar yüzünden dinlerini muhafaza etme isteği olduğunu da eklemek gerek. 

Devasa boyutta olan ve aslında birer kum taşı tepesi olduklarını öğrendiğimiz kayaların üzerinde bulunan ve yer çekimine adeta meydan okurcasına gökyüzüne yükselen manastırların insan eliyle yapılmış olduklarına inanmak neredeyse imkansız diyebilirim. Gökyüzünden kayaların üzerine sakince bırakılmışlar fikrine inandım ben. Neticede insan gücü ile yapılmış olmaları yerine, bu fikre inanmak benim gibi hayalperest biri için çok daha kolay bir yol. Zaten Metora'nın "havada yüzen ya da havada asılı kalan" gibi bir kelime anlamı var.

Meteora'daki en önemli manastır, 1382 yılında münzevi hayatı yaşamak için bölgeye gelen Athanasius tarafından yaptırılan Megalo Meteoro olarak kabul ediliyor. Athanasios sonrası bölgeye daha çok rahip akın etmeye başlıyor ve bu durum diğer insan eli mucizesi manastırların yapımını hızlandırıyor. Manastırlar ortaya çıktıkça, Meteora yalnızca bir dini inziva yeri değil; filozoflar, şairler, ressamlar tarafından da ziyaret edilen önemli bir düşünme merkezine dönüşüyor. 1920'li yıllara dek manastırlar arasında yol ve geçişi kolaylaştıran köprüler mevcut değil. Münzevilerin hayatını kısmen de olsa kolaylaştıran yol ve köprü geçişlerinin yapımı 1920 sonrası sağlanmış. Bu şekilde düşünüldüğünde manastırların gökyüzünden indirilmiş olmaları çok daha akla uygun kalıyor zaten... Bahsedilenlere göre, 24 adet manastır yapılmış bu bölgede, ama günümüze ulaşan manastır sayısı yalnızca 6 ve bu kaybın ana nedeni de Almanların Meteora bölgesini 2. Dünya Savaşı boyunca bombalamış olmaları. :/ 

MANASTIRLAR

MEGALO METEORO (BÜYÜK METEORO)

İlk ruhani adım. 
Ruhani diyorum, ama bu manastır gezme fikrinden çok o dev kum tepeleri üzerinde yapacağım meditasyona bir gönderme aslında. Heyecanlıyım... İlk durak, manastırların en büyüğü, en tepede ve en yüksek kaya üzerine inşa edileni; Megalo Monastery. Aracımızı zor da olsa bir yer bulup park ettikten sonra koşar adım yaklaşıyoruz 1382 yılında yapılmış olan Megalo'nun girişine. Yaklaşık 625 metre yüksekliğindeki manastırda, 300 basamak olduğu söylenen uzun ve dik bir merdiven bekliyor bizi. Manastırın ilk girişine geldiğimizde Athanasios’un manastır yapılmadan evvel yaşadığı mağarayı görüyoruz. Merdiveni çıkarken ise fotoğraf mı çeksek yoksa gözlerimize bu anları mühürlesek mi bilemiyoruz, o derece muazzam bir manzara var çevremizde.. Biletlerimizi alacağımız ana girişe ulaştığımızda, yapıldığı dönemin şartlarına uygun olarak tasarlanan asansör ilgimizi çekiyor ilk. Aşağıya doğru baktığımızda ise, bu devasa boyutlu kayanın içinde karınca kadar küçük hissediyoruz kendimizi. Sahi "bu adamlar bu asansörle bu kadar yükseğe nasıl çıktılar?" Hatta şunu sormak gerek; "inşaat malzemelerini nasıl taşıdılar Allah aşkına?"

Manastırın avlularını, şarap mahzenini, tarihini takip edebildiğimiz etkileyici müzesini ve Bizans döneminin çok iyi korunmuş fresk örnekleriyle kaplı kilisesini ilgiyle geziyor ve ayrıca kilise girişinde mum yakıp, dilek dileme şansı da buluyoruz ailece. Bu arada, Athanasios'un mezarının da kilisenin içinde olduğunu öğreniyoruz. O an aklıma Roma/Pantheon içindeki Raffaello mezarı geliyor, ürperiyorum....

Megalo'dayken; avlusundan Varlaam'a bakmayı, manastırın dışında kalan bir dua etme alanında insanların küçük kağıtlara dileklerini yazıp kayalara iliştirmesini (Alpico yaratıcı bir şekilde dileğini yazacak bir kağıt bulmayı becerip, bizi gülümseten bir dilek yazdı orada. Sonra da o dilek kağıdını babasının omzuna çıkıp kayaların arasına sıkıştırdı.) ve bir keşişle ziyaretçilerden birinin muhabbetine -dillerini anlamıyor olsak da- şahit olmayı çok seviyoruz. Hatta, manastırın arka avlusunda yaşanan ve şahit olduğumuz bu anın bize bir hediye olduğuna da inanıyoruz sevgiliyle...

NOT: Manastır salı günleri ziyarete kapalı. 




VARLAAM

Megalo'nun avlusundan kendisine bakmayı pek sevdiğimiz ve Varlaam adında bir münzevi tarafından 16.yy'da inşa edilmiş olan Varlaam'a geçiyoruz yine heyecanla. Bu manastır, sonradan eklenen köprü sayesinde bizi fazla yormuyor ve içine adım atar atmaz burnuma gelen "kokulu silgi" esintileriyle beni çocukluğuma götürüyor.. Koku hafızası ne kadar enteresan, ne kadar da kişiye özel diye düşünüyorum ve sevgiliyle bunun üzerine biraz konuşuyoruz manastırın avlusunda dolanırken. Sonra küçük bir şapel görüyoruz ve ben de "Her Şey Çok Güzel Olacak" yazıyorum bu şapelden aldığım küçük kağıdın üzerine, zira bu seyahat sonrası yurda döndüğümüzde ihtiyacımız olan ilk şey bu cümlenin karşılığını bulması...

Varlaam, Megalo sonrası yapılan ikinci en büyük manastır. Yapımı için 22 yıl boyunca zirveye inşaat malzemelerinin taşındığından bahsediliyor. 195 basamak sonrasında ulaşılan geniş ve insanı fazlasıyla ferah hissettiren bir avlusu var. Tarihi açıdan ziyaretçilerini farklı bir yolculuğa çıkartan ve manastırın yapım aşamalarını da gözler önüne seren müzesi ve Bizanslı dini simgebilimci Frangos Katelanos tarafından yapılmış freskleri bizi çok etkiliyor bu manastırda. Alpcan müzeyi gezerken heyecanla bir mektup gösteriyor bize. Kanuni Sultan Süleyman'ın bu manastıra gönderdiği 1534 yılında yazılmış bir mektup bu! Görünce yüzümüzü güldürüyor. Hem bu mektup hem de manastırın iç güzelliği sayesinde sevgili ve benim favorimiz kesinlikle bu manastır oluyor. Zaten Megalo'yu da en çok sunduğu Varlaam manzarasıyla aklımıza kazımıştık.

NOT: Manastır cuma günleri ziyarete kapalı.


AGIOS STEFANOS 

İçine ayak basar basmaz rahibelere ait olduğunu anlayabildiğimiz, çiçeklerle kaplı ve girişi diğer iki manastıra göre fazlaca kolay olan bir manastır burası. Diğerlerinden farklı olarak kayalıksız bir vadi manzarasına sahip ve bu açıdan pek de etkileyici bir manzara sunduğu söylenemez. Ama vadiden görünen tek manastır olması nedeniyle vadi tarafından sunduğu manzara kesinlikle enfes! Kadınların zarif elleri hakikaten nasıl da güzelleştirmiş manastırı! Özellikle de bahçelerini.. Güllerin her bir öbeğine hayran kalıyoruz sevgiliyle. Odalarından çıkıp bahçe kenarlarından dinginlik saçarak yürüyen rahibeleri izliyoruz ilgiyle..

Agios Stefanos, Bizans imparatoru Andronicus Paleologos'un yapımını finanse ettiği ve yapıldığı yıldan beri hac yeri olarak kabul gören bir manastır. Ayrıca kilisesi mucizevi ve iyileştirici bir gücü olduğuna inanılan Aziz Charalambos'un kafatasına sahip. Bu kadar kıymet verilen bir kilise olmasına rağmen, freskleri manastır II.Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından bombalandığından ve ayrıca Yunan İç Savaşı sırasında da ciddi bir şekilde tahrip edildiğinden yenilenmişler, o nedenle diğer manastırların freskleri kadar ilgimizi çekmiyorlar ve biz de daha çok bahçesiyle yakınlık kuruyoruz.

Bu arada manastırdan çıkmadan evvel rahibelerin satış yaptıkları mağazaya uğruyoruz. Geçmişte el yapımı ürünler satıldığı söylense de şu an birçok ürünün el yapımı değil, ticari amaçla satıldığını anlıyoruz, ama yine de rahibelere katkısı olsun niyetiyle alışveriş yapan kişi sayısının yoğunluğu da ilgimizi çekiyor.

NOT: Manastır pazartesi günleri ziyarete kapalı. 


Agios Stefanos'tan çıktıktan sonra, geniş kayalık alanda bulunan kalabalığın otobüslere doğru hareket ettiklerini görüyor ve sevinçle o alana doğru yol alıyoruz. Rüzgar keskinleşmiş durumda ve bu enfes noktada kimselerin olmayışını bir avantaj kabul ederek meditasyon molası vermek istiyorum ben. Benimkiler baba-oğul vakti geçirirken, ben de rüzgarın yüzüme ve göğsüme vuruşunu hissederek meditasyonumu yapıyorum, muazzam bir iç huzur eşliğinde... Sevgili de o anı ölümsüzleştirip fotoğraflamış meğer, günün sonunda sürpriz fotoğraf olarak yolluyor telefonuma....


Bizi o gün için üzen tek şey havanın öğleden sonra bulutlanması ve vadide yaşamayı planladığımız gün batımı keyfimizin mümkün olmayışı oluyor. Aslında AccuWeather üzerinden hava takibi yaptığımızdan bu duruma kendimizi alıştırmıştık, ama yine de durum üzücü oluyor. Biz de ne yapalım, bir an için yakaladığımız ve bulutlar arasından vadinin üzerine sızan ışık hüzmeleriyle yetinmeye çalışıyoruz..


Bu üç büyük manastır sonrası öylesi yoruluyoruz ki; kendimizi otele zor atıyoruz ve odamızın enfes manzarasına karşı içtiğimiz sıcacık bitki çayları tam bir "feel good" anı oluyor. Aldığımız duş, havlularla yataklarımıza yayılma ve yenilenen kıyafetlerimiz sonrası akşam yemeğine hazırız. Bu kez, mini minnacık ama Yunan arkadaşlarıma göre aşırı lezzetli bir mutfağı olan Taverna To Paramithi'de yiyeceğiz. Bu restoran belli ki Meteora ziyareti yapan ünlüler tarafından da çok tercih edilmiş, zira duvarları eski lokal restoranlarda görmeye çok alışık olduğumuz gibi çerçeve içinde birçok fotoğrafla süslenmiş.

Yemek bizi olumsuz anlamda şaşırtmayıp, beklentilerimizi tam olarak karşılıyor. Mezeler bir harika ve tazecik. Hele o fırından çıkan mantarların lezzeti yok mu! Sevgiliyle kendimizden geçiyoruz onları yerken. Hatta üzerine bir de mantar saganaki sipariş veriyoruz, o derece lezzetli. Bu sipariş sonrası şef, Meteora'nın bir mantar cenneti olduğunu ve lezzetli dağ mantarlarının yerel mutfaklarında her daim kullanıldığını söylüyor. Biz de damak zevkimiz ile gururlanıveriyoruz...

Şef, biz ana yemek seçimi yapmaya çalışırken kendi tavuklarını yetiştirdiklerini söyleyince ana yemekte bir heves tavuk siparişi veriyoruz. Senelerdir yurt sınırları içinde tavuk tüket(e)mediğimizden ana yemeğin tavuk olması bizi ailece pek mutlu ediyor. Bu tatmin edici yemeğin ve lezzetli ev şarabının üzerine öyle keyifli bir uyku çekiyoruz ki; sabahın ilk ışıkları kayaların ardından yeni yeni yansımaya başlamışken üçümüz de yeterince dinlenmiş olarak uyanıyoruz...


Gün doğumunda, etraf hala bir miktar karanlıkken ben meditasyonumu yapıyorum, sevgili ise sabah sporu. Hava buz gibi, ama havanın tenimizde yarattığı ürperti, içimizin dinginliği ve kuşların senfonisi harika anlar yaşatıyor bize. Güneş ışınları kayaların ardından belirmeye başladığında da giyinip, valizlerimizi kapatıp, otelimizin bahçesinde keyifli bir kahvaltı yapıyoruz..



HOLY TRINITY - ROUSSANOU - AGIOS NIKOLAOS

Bir yandan Alpcan'ı düşünürken, diğer yandan da deniz kenarına biran evvel ulaşma hevesimiz nedeniyle, giriş için hem patika bir yol geçmek hem de üzerine merdiven çıkmak gereken (yani ulaşılması en zor manastır) AGIA TRIADA ya da diğer adıyla HOLY TRINITY manastırını es geçiyoruz. "Zaten freskleri de yenilenmiş!!" diyorum sevgiliye, gülüyoruz halimize :) Bu arada notlarımda bu manastırın en ünlü manastır olduğu ve bunun da nedeninin James Bond’un 1981 yılında çekilen ve Bond karakterini Roger Moore'un oynadığı “For Your Eyes Only” filminde kullanılmış olduğu bilgisi var. (Manastır perşembe günleri kapalı)

Rahiplere ait ROUSSANOU ve ağaçlık patika yoluna bayıldığımız AZİZ NICOLAOS (diğer adıyla AGIOS NIKOLAOS ANAPADSAS) manastırlarını ise hızlıca geziyoruz yola çıkmadan evvel. Roussanou yönetim olarak rahibelere bağlı bir manastır. Daha alçakta kalıyor ve bu açıdan ulaşımı oldukça kolay diyebilirim ama yine içine girebilmek için merdiven kullanmanız gerekiyor. Bize göre bu manastırın şapeli de, freskleri de zaman ayrılası güzellikte, tavsiye ederiz. (Roussanou çarşamba günleri ziyarete kapalı) Aziz Nicolaus ise; ilk gün vadiye girdiğimizde gözümüze çarpan ilk manastır aslında, ama en tepeden geziye başlayınca da en sona kaldı kendisi. Bir bakıma bu durum iyi de oluyor, zira son manastırın en kolay olması ulaşılan olması insana pek iyi geliyor. Bir de küçük bir önerim var; Roussanou'nun karşısından, Aziz Nicolaus Manastırı son derece güzel resimleniyor. (Cuma günleri ziyarete kapalı. )

(Görsel https://www.greektours.eu sitesinden...)
  
GENEL NOTLAR:

* Manastırların kapalı oldukları günler hafta içinde değişiklik gösterirken, hafta sonları hepsi ziyarete açık durumdalar.
* Her manastır girişlerinde küçük gişeler mevcut ve 2/3 euro arası değişen ücretleri var.
* Genel olarak fotoğraf çekiminde bir sorun yaratmıyorlar, ama kilise ve şapellerde fotoğraf çekmek kesinlikle yasak. Bu noktada saygılı olmanızı öneririm, zira rahipler de rahibeler de sertçe uyarabiliyorlar.
* Manastırların hepsinde kıyafet konusunda dikkatli olmak gerekiyor. Bedeninizin üst kısmına ne giydiğinizi çok önemsemiyorlar aslında, ama şort, kısa etek ve dar pantolon ile olduğunuzda manastır girişlerinde bulunan bezleri belinize sarmanız konusunda ikaz ediliyorsunuz. Bu durum şort giyen erkekler için de geçerli. (Bol pantolon sorunsuzca içeri alınıyor.) 

KONAKLAMA

Kalambaka, Meteora kayalarına gelmeden evvel ulaşılan ve vadiye genişçe yayılan bir yerleşim yeri. Genel olarak turistik olduğunu ve yeme-içme noktalarının burada yoğunlaştığını söylemek doğru olur. O nedenle otel seçenekleriniz de daha çok Kalambaka'da karşınıza çıkıyor. Kastraki ise Kalambaka sonrası ulaşılan ve kayalıklara çok daha yakın bir dağ köyü olduğundan Meteora manzaralı bir otel bulmak açısından daha avantajlı diyebilirim. Butik oteller her iki yerleşim bölgesinde de mevcutlar ama otel standartlarını gözünüzde çok büyütmemenizi öneririm, zira Yunanlı arkadaşlarımızın söylemiyle bu bölge biraz "gypsy sytle" kıvamında...

Biz Meteora Hotel Kastraki'de konakladık. Aslında alışkanlıklarımızın dışında büyük ve de soğuk görünüşlü bir oteldi kendisi, ama sabah sunduğu manzara, sessizliği ve odamızın konumu sayesinde çok sevdik kendisini. Kahvaltısı da hiç fena sayılmazdı. Ama şunu da söylemem lazım ki; yer müsaitliği olsaydı tercihimiz kesinlikle Hotel Doupiani House olurdu.


YEME - İÇME

Meteora için, Yunanistan kıyı şeridi ve adalarında yemeye alışkın olduğumuz deniz ürünleri mutfağının aksine, ülkenin geleneksel ev yemeklerini deneyimleme noktası diyebiliriz. Hatta, ana mutfak bilincinin yavaş ve uzun sürede pişen et yemekleri üzerine inşa edildiğini ve mevsimlik sebze yemeklerini de asla ihmal etmediklerini söylemek hiç de yanlış olmaz. Mesela; güveçte saatlerce pişmiş et ve sebze yemekleri, ikonik Yunan musakkası, özenle açılan ev makarnaları gibi.. Ayrıca bu yemeklerin hepsi de yerel aşçıların ellerinden çıkıyor.. Yemekler yerel, şaraplar yerel, fiyatlar son derece makul seviyelerde ve porsiyonlar alıştığımız Yunanistan porsiyonlarından farksız, yani karnı aç sırt çantalı bir gezgin ya da bir dağcı için kesinlikle doyucu yemekler sunan bir mutfak kendisi.. 

Biz bu notlar ışığında, Restaurant Meteora ve Taverna To Paramithi de iki nefis akşam yemeği yedik, daha evvel anlattığım gibi. Sabah kahvaltısı sonrası, sevgili kahvesini Rapsody Net Espresso Bar'da keyifle yudumlarken, Alpico da Kyvelia Pampiris'ten dondurma aldı kendine. Dükkandaki tatlı Yunan teyze, "baklavamız da çok güzeldir" dedi ısrarla ama ben kendisini nazikçe reddedebildim... Son olarak, Meteora'dan ayrılmadan evvel yerel dükkanların birinden magnetimizi de aldık ve artık Parga için yola çıkmaya hazırdık! 

GAME OF THRONES 

Meteora belki bizim ülkemizce çok fazla bilinen bir adres değil (en azından benim gözlemlediğim bu), ancak dünyanın birçok yerinden turist ağırlayan önemli bir seyahat noktası olarak kabul ediliyor. Özellikle dağcılar bu bölgeyi ve şartlarını çok seviyorlar. Son yıllarda Meteora seyahatlerini "Game of Thrones" dizisi izinde planlayanların da ilgili alanına girmiş durumda, zira kayalıklar Westerost'daki fethedilmesi en zor kalelerden Eyrie’nin tam olarak ilham kaynağı! İzleyenler hatırlayacaktır; Tyrion ceza alıp zindana gönderildiğinde, bu kaleye adeta fırlatılmış ve kalenin en yüksek noktasında dehşet içinde asılı kalıp, bulutların üzerinden aşağıdaki uçuruma ve kayalıklara bakakalmıştı. O sahneyi yeniden izlerseniz fark edersiniz ki; o dehşet görüntülerde görünen kayalar Meteora kayalıklarıdır. Bu arada, her ne kadar GOT ekibi Meteora'da çekim yapmak istese de bölgenin korunma şekli ve Unesco'nun evrak prosedürleri nedeniyle bu dilek gerçekleşememiş, ama dijital ortamda aynı büyüleyici ve ürkütücü manzara yaratılarak çekimler bu şekilde yapılabilmiş. Unesco demişken; Unesco, Meteora bölgesini 1988 yılında koruma altına almış aslında, ama asıl bilinç Yunan devleti ve halkına ait diyebilirim, zira onlar için burası kutsal bir bölge ve bozulmamasını her şeyin üzerinde tutuyorlar. 

SONSÖZ

Meteora, seyahat listemizdeki en mistik hedef noktalarından biriydi bizim için. Bize kendimizi çok iyi hissettiren, ruhumuza ilaç gibi gelen, sağlığımıza ve huzurumuza yani sahip olduğumuz yegane iki varlığa dua edecek ruhani dinginliği tam anlamıyla bulabildiğimiz; gizemli, dudak uçuklatacak kadar etkileyici ve büyüleyici bir serüvendi... 

Ve son olarak Alpcan'in Meteora yorumu ile bitirmek istiyorum bu postu.
"Anne, Meteora garip bir yer ama çok güzelmiş" 

Sevgiler
lulu
x

Post 1: Selanik 
Post 2: Meteora
Post 3: Parga