28 Kasım 2011 Pazartesi

LÜKSEMBURG


Lüksemburg, 2008 yılının yaz günlerinde sadece bir günümüzü geçirdiğimiz, ama o bir gün içinde bize kendini tanıtmak için elinden geleni yapmış; medeniyet ötesi, küçücük ve İsviçre sonrası kendimi en güvende hissettigim ülkeydi diyebilirim.

Son derece gelişmiş bir ekonomiye sahip olmaları, eğitim seviyeleri, kişi başına düşen milli gelir ortalamasının rakamı... Hepsi çok iç çektiren detaylardı, ama durumunuzu karşılaştırmamayı çok daha uygun bulduk sevgili ile.. Ülke elbette güçlü ekonomisinin getirisi olarak önemli bir finans merkeziydi ve bunu dünyanın en önemli banka ve finans şirketlerinin tabelaları gözümüze değdiğinde hemen ifşa da ediyordu..

Lüksemburg seyahatinden birkaç yıl evvel İsviçre'yi de görmüş olduğumuzdan şehrin/ülkenin minyatür bir İsviçre olduğunu ya da İsviçre'nin kantonlarından birinde bulunduğumuzu hissettirdi bize. Yemyeşildi, tertemizdi ve ormanlık alanlar ile vadiler içinde saklanmış muazzam şatoları vardı.. Hakikaten benzer manzaralardı...

Şehir vadide kurulmuş olduğundan vadi içlerindeki yürüme yolları sayesinde nefis bir yürüyüş parkurundan faydalanarak gezdik şehri. Bir yete varma telaşı yaşamadan, adımlarımızın lezzetine vararak yaptık bu yürüyüşü.. Parklar gördük, bahçeler gördük ve ruhumuzu yükselten bir dinginlik sundu adımlarımız bize.. Bu arada vadiler tepelerle, tepeler vadilerle kavuşuyordu ve daima yeşil ile kutsanıyordu bu buluşmalar. Vadide belirli noktalara konumlandırılmış asansörler değdi gözümüze. Halkın günlük yaşamı daha kolaylaşsın ve turistlerin yürümek istemeyenleri rahat etsin diye vadiden çıkışları hızlandırmak amacıyla konmuş meğer bu asansörler.. Bu arada yürümekten pek hoşlanmıyorsanız; Petrusse Express ile sightseeing yapabilirsiniz ya da bisiklet severler için bisiklet turu da son derece ideal bir aktivite kabul edilebilir.

Sevgiliyle şehrin sokaklarında, yeşilleri arasında keyifle dolanırken saatin beş olduğunu hiç anlamadık.. O saat geldiğinde şehrin tüm dükkanları bir bir kapandı ve o saat sonrası sokaklar muazzam bir sessizlik içinde kaldı.. Diğer yandan da kafe ve restoranlar bir bir dolmaya başladılar elbette..

Gözümüze Chi-Chi's Mexican Restaurant'ı daha önce kestirmiş olduğumuz için önce kokteyl daha sonra da akşam yemeği keyfimizi uzun bir zaman dilimine yayarak ve güneşi de batırarak keyifle yerine getirdik.. (Adres : 15, Palace d'Armes.)

Lüksemburg mutfağı için İtalyan bir arkadaşımın söylediği bir detayı eklemek istiyorum.. Aslında şehir/ülke, küçüklüğü de düşünülürse dünyanın birçok ülkesine göre daha fazla Michelin yıldızlı ya da "guide" olarak belirlenmiş restoranlara sahipmiş. Bu durum diğer restoranlara da olumlu bir yansımada bulunmuş ve şehirde neredeyse her köşede kaliteli yemek yiyebilmek gibi bir durum oluşturmuş. Yalnızca şehrin genel özelliği olarak; ama Michelin ama normal bir restoran olsun, nitelikli yemek yemek hakikaten son derece pahalıydı diyebilirim.. O nedenle de yeme içme çıtasını Michelin yıldızına taşımak bizim için çok da mantıklı bir tercih değildi açıkçası.

“Judd matt Gaardebounen” Lüksemburg'un en ünlü yemeklerinden biri. Dumanda pişirilmiş domuz eti ve kocaman fasülyeler beraber servis ediliyorlar. “Friture de la Moselle” ise küçük ve dip balıklarının (nehir balığı) kızartılmış versiyonu. Bu iki yemek bu şehirde mutlaka!


Belki birçok kişi için gidilecek yerler sıralamasında ilk sıralarda olan bir destinasyon olmayabilir Lüksemburg, ama eğer yeterince büyük şehirler gördüm biraz da detaya ineyim diye niyetleniyorsanız; etrafı Belcika, Fransa ve Almanya ile çevrili bu güzel ülkeye kısa da olsa vakit ayırın ve havasını koklayın diye tavsiye edebilirim.. Bizim gibi bu 3 ülkeden birini ziyaret ettiğinizde trenle bu ziyareti kolayca araya sıkıştırabilirsiniz... 

lulu
x

16 Kasım 2011 Çarşamba

ROMA - DI RIENZO


Seyahat etmeyi çok sevmemizin bir dolu nedeni var, ama en önemli nedenlerden biri yemek yemek! Daha gideceğimiz şehri ya da kasabayı belirler belirlemez ilk iş "nerede, ne yemeli" araştırmalarına başlıyor, çevremizdeki rafine damak zevkine sahip dostlarımızdan tavsiyeler alıyoruz. İster şık bir restoran ister klasik bir trattoria ya da ayak üzeri yapılacak bir atıştırma olsun, ama illaki biraz özenle seçelim istiyoruz kendisini.. 

Roma zaten hepimizin az çok bildigi gibi başlı başına bir lezzet diyarı ve üzerine bir de tüm kalabalığına rağmen romantik de bir şehir. Sabah kahvaltısı sonrası, eğer hava da izin veriyorsa güneşten yararlanmak adına kahvemizi İspanyol Merdivenleri'ne karşı yudumlamak size de romantik gelmiyor mu? Açıkçası bu şehrin en turistik noktası bile beni romantik hissettiriyor.

Piazza della Rotonda yani daha çok Pantheon Meydanı olarak bilinen meydan, bizim Roma'da en sevdiğimiz meydanlardan biri. Restaurante Di Rienzo ise muhteşem Pantheon manzarasını seyre dalmak ya da guneşi bu dev güzelin üzerinden batırmak adına sevdiğimiz bir adres.

Son seyahatimizde bir akşamımızı Pantheon'un manzarasına ayırmak istediğimiz için, planımız da Rienzo'ya güneş batım saatinde oturup, lezzetli bir et yemeği yemekti. Hatta aklımda İtalyanların en sevdigim et tabağı Osso Buco'yu da burada denemek vardı, ama Rienzo'nun kibar şeflerinden Salvatore bana çok daha lezzetli bir et için garanti verince onun tavsiyesine uymayı tercih ettim.. O akşam çok uzun ve keyifli bir yemek yedik Di Rienzo'da. Roma'yı ne kadar çok özlediğimizi ya da daha çok neden özlediğimizi konuştuk sevgiliyle. Alpico belki İtalyan kültürüne yakın bir eğitim alır, ileride bu şehirde eğitimine devam eder ve biz de sayesinde şehirde bir süre yaşabiliriz diye hayaller kurduk.. TElbette bunlar bizim hayallerimizdi ama düşüncesi daha keyif verdi..



Salvatore'nin et önerisi öylesine lezzetliydi ve bizi o gece o yemek öyle mutlu etmişti ki; Pantheon aşkımızı bahane ederek ve bu kez öğleden sonra şarap-peynir tabağı keyfi yapmak için restorana yeniden geldik. Vakit yavaştan akşam yemeğine dönünce de bu kez aynı tabağı sevgili için sipariş ettik.

Ama o gün bizim icin çok daha özel bir an yaşandı Di Rienzo'da...

Alpico'ya makarna tattırmak istiyorduk bu seyahatte ama taneli gıdalara karşı yutma refleksi yeni yeni geliştiğinden bunu nasıl yapacağımızı da bilememiştik. Hem bu durumu hem de tuz kullanmıyor oluşumuzu Salvotere'ye anlattığımızda bize nefis bir alternatif sunup, bizim kuskus olarak bildiğimiz küçük taneli makarnayı Alpcan için tuzsuz bir makarna sosu ile hazırlabileceğini söyledi bize. Böylece ilk makarna denememizi Roma'da yapmak gibi de nefis bir anımız oldu ve Alpico koca tabağın büyük bir kısmı dev bir performansla tüketti. Ağzı yüzü domates soslu içindeydi. 

Bu anı sonrası da Di Rienzo'yu kalbimizin bir başka yerine yerleştirmiş olduk..

lulu
x



14 Kasım 2011 Pazartesi

L' Antico Forno Di Fontana Di Trevi - ROMA

Günaydin İstanbul.

İtalya'da bulunduğumuzda en keyif aldığımız şeylerden biri; sabah kahvaltısı/öğle yemeği arasında bir saatte damak keyfimize uygun bir sandviç hazırlatıp, biralarımız elimizdeyken
sevdiğimiz bir sokağın merdivenlerine ilişmek oluyor. Bu keyif Floransa'daki Fratellini sayesinde oluştu, bunu çok net biliyorum.. Forno'lar yani fırınlar cenneti Roma'da da bu lezzetli anları yaşamayı seviyoruz elbette sevgiliyle ve bu şehirdeki adresimiz bizim için bir klasik; Aşk Çesmesi'nin hemen karşısındaki L' Antico Forno Di Fontana Di Trevi.

O gün, yani son Roma seyahatimizde normalin aksine sakin bir Aşk Çeşmesi bulunca merdivenlerine ilişiverdik ve bir taraftan çeşmeye odaklanırken, diğer yandan da Bernini'yi dünya üzerinden en çok kıskanan adam olduğunu tarihsel okumalardan bildiğim Borromini'nin enteresan bir mimariye sahip klisesi Quattro Fontane'yi izlemeye başladık. Sandviçlerimiz bitince bu kez kilise merdivenlerine doğru uzanıp Aşk Çeşmesi ile romantik romantik bakışıp, kendisine bakınca aklımıza geliverenler hakkında uzun uzun konuştuk sevgiliyle...

Daha güzel bir sandviç yeme ortamı olabilir mi sizce Allah aşkına?