V E N E D İ K
İngiliz şair
Samuel Rogers’in yüzen şehir Venedik’e dair nefis bir şiiri var ve ben anılarımdan ve duygularımdan bahsedeceğim yeni blog yazımın açılışını bu şiir
ile yapmak istiyorum.
"There is a
glorious City in the Sea.
The Sea is in the
broad, the narrow streets,
Ebbing and
flowing; and the salt sea-weed
Clings to the
marble of her palaces.
No track of men,
no footsteps to and fro,
Lead to her
gates. The path lies o’er the Sea,
Invisible; and
from the land we went,
As to a floating
City – steering in,
And gliding up
her streets as in a dream…”
Kelimelerine büyük hayranlık beslediğim, tanıdığımım en güzel duygu betimleyicisi, hikaye anlatıcısı, “en” nostalji
sever ve hatta sevdirir arkadaşım Deniz Yılmaz Akman’ın “…Proust’tan
Albertine’in hikayelerini, Bellini’den Doğu yolculuğunu, Maria Callas’tan Hotel
Danieli’de nasıl aşık olduğunu, Casanova’dan kuralları çiğneyip, nasıl
“ahlaksız” biri olunabileceğini ve nasıl Doge’s Palace’tan kaçtığını,
Hemingway’den Harry’s Bar’ın öğle yemeği saatinde anlatacaklarını ve
Cipriani’de yazdığı hikayeyi dinlemek ister gibi, öyle hayalperest bir coşkuyla
yola çıkıyorum.” cümlesindeki hislere benzer şeyler hissediyorum ben de Venedik sehayati öncesi...
Üzerinden neredeyse on-üç koca yıl geçmiş durumda, ve ben bu süre zarfında özünü kaybetmeden, değişmiş ve başka birine evrilmiş gibi hissediyorum kendimi. Değişmeyen belki de tek şey, oldum olası okuyan, edebi cümlelerde bulduğu hoşlukları seyahatlerine katan yanım... Yine de, tüm değişkenlerim ve yaşanmışlıklarımla birlikte bu seyahate daha da hazır hissediyorum kendimi..
Thomas Mann’ın Yol
Hikayeleri’nde, Venedik’i on-üç yıl aradan sonra ilk gördüğü ana dair söyle bir
cümle vardır. Tam o cümledeki gibi; “Gemiye Venedik’ten bindim…Tanrım, on-üç yıl
boyunca sadece yüreğimde taşıdıktan sonra, sevdiğim şehri yeniden gördüğümde
nasıl da heyecanlandım!” Ah evet, ben de çok heyecanlıydım. Uçağımız iniş için alçalmaya başlar başlamaz ve Venedik şehri gökyüzünden gözüme değer değmez de bu heyecanımın iyice tadına vardım. Tüm hücrelerimle oradaydım ve o minik uçak penceresinden adacıkları seyre dalmıştım. Bambaşka bir coğrafyaydı burası ve ben ilk kez Venedik’e yukarıdan bakarken, bu bambaşkalığı hakikatle fark ediyordum. Gerçek ötesi
gibiydi her şey ve bir diğer yandan da ne kadar da gerçekti!
Marco Polo Havalimanı'ndan şehre doğru aracımız ile yola çıkıp, denizin üzerinde inşa edilmiş otobandan şehre yaklaşırken heyecanımın kalp çarpıntısına dönüşmeye başladığını söylersem mübalağa etmiş olmam. Venedik daha ilk "yeniden" karşılaştığımız an, beni, bizi mutlu etmeye başarmıştı. Gökyüzü yağmur sonrası güneşi ile aydınlanmış, masmavi ve bulutsuzdu. Saat erken, şehir sakin, rüzgar ise bir miktar acımasızdı. Bu tip, soğuğu iliklerimize dek hissettiren bir rüzgarda güneşin varlığına ne kadar minnet duysak azdır diyebilirim, ki kendisi de şehirde bulunduğumuz zamanlarda bizden sıcaklığını hiç eksik etmedi. Hatta bir de üzerine, "sabahın erken saatleri yüzündendir" dediğimiz sakinliğini seyahat boyunca korudu. Havanın soğuk olması yanında, Xmas tatilinin yeni bitmiş oluşu ve Venedik Karnavalı'na da henüz bir ay kadar vakit olması sanıyorum ki şehri turistik anlamda bulunabilecek en sakin vakitte yakalamamızın en önemli iki nedeni.. Doyasıya dar ve her fırsatta denizle kavuşan sokaklarında yürüdük yürüdük ve yürüdük...
Sevdiğim ve hatırımda kalan dükkanlara, zanaatkarların el çevikliğine, evlerin güneşlenme teraslarına, posta kutularının (ev kapılarındaki posta bölmelerine "letteria" denirmiş) ve zillerinin zarafetine, martılara, “acqua alta” denilen su baskınından yeni çıkmış şehrin meydanlarının bir köşesine yığılmış tahta/metal yürüme yollarına, kitapçılarına, yüzen manavlarına, kanallarda durup durup seyre daldığımız toplu taşıma araçlarına veya taksilerine, yani şehrin bu olağan görüntülerine eşlik ettik. Şehir kadar biz de sakindik. Alpico'm da çok mutluydu ve her yeni seyahatte olduğu gibi meraklı bakışlarla etrafı gözlemliyor ve bize iştah açıcı sorular soruyordu..
118 adacık,
160’dan fazla kanal ve bunları birbirine bağlayan 400 kadar köprüsü olan Venedik'te kaç köprüden geçtik bilmiyorum, ancak her gördüğümüz denize açılan dar aralığa saptık, bunu biliyorum. Hafif hafif burnumuza gelen rutubet kokuları eşliğinde "yaşamak zor olmalı ama turist olmak ne kadar da güzel!" üzerine konuştuk. San Marco, yani Napolyon'un “yeryüzünün
en güzel salonu” dediği gerçeküstü meydanda bol bol vakit geçirdik. Dükler Sarayı'na, San
Marco Bazilikası'na, Çan Kulesi'ne, meydanın ortasındaki şehrin 1170 yılından bu yana simge yapısı olan aslan heykeline göz kırptık. Tarihi 1720'lere uzanan Cafe
Florian'a bu kez oturmadık, ama göz süzerek önünden bolca geçtik. Yalan yok ben Cafe Quadri'yi de bir önceki seyahatten pek keyifle hatırlıyorum. Belki ona da oturup bir kahvesini içmedik, ama içinde sakin sakin bir tur atmaya kimsenin bir itirazı olmadı.
San Marco Bazilika'sına bakıp geçtik demek şüphesiz ki mümkün değil. Bizans kubbeleri ve yaldızlarıyla insanı ziyadesiyle heyecanlandıran bu olağanüstü yapıya, mozaiklerine, terasında bulunan ve
1214’teki Latin İstilası sırasında İstanbul Hipodromu’ndan çalınan bronz atlar “Mahşerin
Dört Atlısı”na selam verdik. Aziz Mark’ın Çan Kulesi ismiyle anılan Campanile
de San Marco'ya (şehre ilk kez giden biri için 98,5 mt'lik ve 888 basamaklı olduğu söylenen -saymadım- kuleyi fiziken deneyimlemek bence tatlı bir turistik aktivite) merhaba dedik. Zamanında Bartolomeo
Bon tarafından tasarlanmış ve önce deniz feneri, ardından suçlular için zindan
ve yıkılıp yeniden yapıldıktan sonra da çan kulesi olarak kullanılmış kendisi. Ben de dinlediğim bir podcast'ten Galileo’nun gözlem yaptığı kule olduğunu öğrenmiştim şu son on-üç yılda.. Hemen bunu hatırladım.
Venedik'e dair en çok ne özledin diye kendime sorduğumda "uzun uzun Grand Canale'a bakmak" diye düşünmüştüm. Benim gibi bir rönesans delisi sanırım ki Rialto Köprüsü üzerinden kanala bakakalmayı elbette özlemeliydi.. 15.yy Fransız yazarlarından Philippe de Commine'in yaptığı "Dünyanın
en güzel caddesi" tanımlamasını sonuna dek hak eden bir cadde burası, mem de Stazione di Venezia Santa Lucia’ndan başlayıp San Marco’da sona eren neredeyse 4 km'lik enfes bir cadde..
Ca’ Macana Original'de karnaval hazırlıkları ve maskelerine göz attık, Olbi Paolo'nun el yapımı defterlerine -ayıp olmaz ise- yine ağzımızın sularını akıttık.. Pek merak ettiğim Micromega'nın gözlüklerine göz attık..
Venedik'te bu kez her şeye ve herkese yeniden yeniden bakmak istedim. Ponte della Paglia’dayken Ahlar Köprüsü’ne “Bridge of Sighs”a
baktım. Fondamenta della Misericordia’da
oturup fazla kalabalıklar yokken bir Bacaro'da (Venedik'te bar anlamına geliyor) oturup Spritz ya da
Prosecco içerken insan manzaraları izledim. Fondamenta delle Zattere yani şehrin güneyindeki Dorsoduro'da
1516 yılında yapılmış iskelede uzun uzuuun yürüdüm. Venedik’te meydanlara “piazza” değil “campi” dendiğini ilk seyahatten sonra yaptığım okumalarda öğrenmiştim ve campilerde etraf biraz daha sakinken bakabilmeyi hayal etmiştim... Onu da doyasıya yaşadım.
Büyük Kanal’ı
geçen dört köprüden biri olan Ponte dell'Accademia'nın çok yakınında bir bina var. Bu bina/saray Ca' Bembo ve
Venedik'teki çok az sayıdaki ücretsiz bahçeden biri. Bu pitoresk bahçede oturmak farklı bir Venedik seyri sunuyor insana.. Genelde, sanatçılar buralarda çalışır, film
gösterimleri olur, küçük konserler ve kültürel etkinlikler düzenlenir. O yüzden de Ca’ Bembo'da birazcık dinlenmek epey güzel bir fikirdir..
Sanırım bu şehrin en güzel yanı, sokaklarında gerçek manada kaybolabilmek ve dahası bu kayboluşları tekrar tekrar
yaşayabiliyorsunuz. Güzel ve alternatif olanı hep bu kaybolmalarda buluyor hem insan.. O yüzden çok seviyorum yoldaki izleri kaybetmeyi ve yeni izler yaratmayı. Mesela tavsiyeleri görmezden gelerek, keyifli bir Cicchetti mekanını bu
kaybolmalarda bulmak ne kıymetli oluyor.. Sonuçta Milano'nun aperitivo’su varsa, Venedik'in de cicchetti’si var. Cicchetti; ekmek dilimleri üzerine
eklenen malzemelerle hazırlanan atıştırmalıklara deniyor. Elbette
Venedik’te bu iş daha çok deniz ürünleri üzerinde yoğunlaşmış durumda ve tüm bar ve kafelerde bu keyfi yapmak mümkün. Daha çok ayakta ve saatlerce sohbet ederken yeniyor cichettiler ve içkiler yudumlanıyor. (ombra, yani
beyaz şarap ve spritz en çok tüketilenler anladığım..) Bu arada mekanlarda oturmak da mümkün, ancak ekstra ücret ödemek gerekiyor.
Ünlü meydanlar Campo Santa Margherita’daki Caffe
Rosso ve San Marco’daki Caffe
Florian’da saatlerce oturup vakit geçirmek ve cichetti keyfi yapmak her zaman güzel bir fikir aslında, lakin hem ücretler hem de kalabalıklar buna pek izin vermiyor Venedik'te. Dolayısıyla Dorsoduro, keyifli cicchetti mekanlarına ulaşılabilecek iyi bir nokta. Campo Santa Margherita Meydanı da bu çevrede bulunuyor ve
sokaklarda mütevazı restoranlar ve barlar bulmak mevcut. Bu meydanın kırmızı
bankında kitap okumak ve kitabı da Marco Polo kitap evinden almak
lokallerin ritüellerinden kabul edilirmiş. Neden bizim de olmasın? Ayrıca Gallerie dell'Accademia ve
sahil kıyısındaki Peggy Guggenheim Koleksiyonu da bu semtte bulunuyor.
Jewish Ghetto: Labirent gibi bir şehirde keyifle yürümek
sizi kaybola kaybola dahi olsa şehrin en uzak noktası Sant'Elena'ya ulaştırabilir. "Li
giudei debbano abitar unidi"
Yahudiler birlikte yaşamalı fikri ile dünyada kurulan ilk Yahudi gettosu burası. 29
Mart 1516'da kurulmuş. Venedik Gettosu'nda Museo Ebraico di Venezia var ve
Venedik Yahudi Cemaati ve semtin tarihi hakkında bilgi veriyor. Gam
Gam şehrin en eski koşer restoranı. Osteria al Tapo cicchetti deneyimi yaşanacak saklı bahçeli klasik bir bacaro. Panificio Giovanni Volpe ise bir koşer fırını...
Chioggia, Venedik lagününün güney ucunda bulunan bölge
ve Venedik'e bir alternatif olarak giderek daha popüler hale geldiğinden bahsediliyor. Chioggia'nın Venedik'le tek benzerliği, kasaba boyunca dalgalanan
ve güzel köprülerle kesişen kanal ağı. Bunun dışında tam bir balıkçı kasabası kendisi ve lagün yaşamıyla ilgili şahane bir deneyim
sunuyor.
Burano Adası veya Murano Adası ile ilgili söylenecek çok şey yok. İlk seyahatte zaten mutlaka ziyaret ediliyorlar. Here ikisine de feribotla gidiliyor. Çizgili
perdeli, renkli evlerin (gece evlerini
kolay bulmak için farklı renkte boyanırmış) adası Burano. 12 numaralı vaporetto ile ulaşılıyor. Film sahnesi hissi veriyor insana ve ana meydanında kahve ve birkaç bussola buranelli bisküvisi ile
keyfi yapmak ıskalanmamalı.. Murano ise bilindiği gibi cam işçiliği ile ünlü bir ada. Murano Glass Museum (Murano Cam Müzesi) ise görülmesi şart tek alametifarikası denebilir.. Bir de Lido Adası var Venedik’te. Deniz, kum, güneş üçlüsünün adresi de kendisi oluyor.. Burano Adası'ndan LN hattı ile geçiş yapabilirsiniz kendisine..
Venedik Müzeleri, Galerileri:
Bir Rönesans aşığı olarak söylemeliyim ki; Titian, Veronese
ya da ıskalanmış bir deha olduğuna çok inandığım Gentile Bellini izinden
yürürsek bu şehirde nefis bir sanat gezisi yapmak mümkün. Favorilerim; La
Querini Stampalia'da bulunan Bellini'nin The
Presentation of Jesus at the Temple'ı. Veronese'nin Accademia'da
ve asılı olduğu tüm duvarı adeta kaplayan The Marriage at Cana'sı.
Burada tüm müzelerden bahsetmeye çalışacağım, ancak hayatımda iki kez bulunduğum şehirde elbette bu müzelerin tamamını gezmek gibi bir şansım olmadı, ancak araştırmak, öğrenmek en sevdiğim spor olduğundan radarıma girebilecek tüm müzelerden bahsetmek beni mutlu ediyor. Hemen başlayalım....
1. San Marco Meydanı’nda olan Müzeler; Dükler
Sarayı, Correr Müzesi, Arkeoloji Müzesi ve Marciana Kütüphanesi.
* Dükler Sarayı (Palazzo Ducale-Doge’s
Palace): Gotik tarzıyla
ünlenen bir 9. yy binası ve Aristokrat Venedik Düklerinin 700 yıl boyunca
ülkeyi yönettiği saray. Eskiden bir yanında meydan diğer yanında kanal varmış..
Senato Salonu ve kentin bilge kişilerinin toplandığı Büyük Kolej Salonu o
günleri anlatan en canlı miras.. Her iki salonun da tavanları altın
kaplamalarla süslü. Özellikle Senato Salonu tavanı gerçek bir sanat şaheseri.
Tavanı süsleyen freskler Venedik kentinin öyküsünü anlatıyor. Meşhur, idam
edilmeden önce mahkûmların son bir kez Venedik’e bakmaları için geçirildiği Ahlar
Köprüsü de bu sarayın bir parçası. Ayrıca tarihi bir olay olan, Venedik karnaval
maskelerinin ayaklanma endişesiyle toplanıp konulduğu bir oda var sarayda..
* Correr Müzesi: Heykeller, tablolar ve antika eşyalarıyla göz
alıcı bir ihtişamı var müzenin. Başrahip Teodoro
Correr sanat eserleri koleksiyonunu şehre bağışlayınca 1922’de açılmış
müze. Bir zamanlar Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth’in de yaşadığı on-dokuz
Neoklasik odası varmış. Burası şehrin Napolyon kanadı olarak geçiyor. Özellikle
nü vücutları nazikçe betimleyen mermer heykelci Antonio Canova’nın
eserleri var müzede.
* Marciana Kütüphanesi
(Biblioteca Nazionale Marciana): Tiziano Vecellio, Tintoretto ve Paolo Veronese gibi
isimlerin dekore ettiği, Jacopo Sansovino
tarafından inşa edilmiş harika bir kütüphane burası. 16. yüzyıl Breviary
Grimani ve Fra Mauro’s Globe gibi değerli el yazmaları yanında binlerce
kitaba sahip mükemmel bir arşivi olduğu söyleniyor.
* Venedik Ulusal Arkeoloji
Müzesi (National Archaeological Museum Venice): Antik Yunan ve Roma da dahi olmak üzere pek
çok arkeolojik esere sahip bir müze.
2. Galleria Giorgio
Franchetti alla Ca’ d’Oro: 1400'lü yıllarda Contarini ailesi için inşa edilmiş bu Gotik bina Büyük Kanal’ın en güzel saraylarından biri. Duvarları
yaldızlı ve krom renkli olduğu için Ca’ d’Oro denmiş
ismine. Koleksiyonunda; Andrea Mantegna'nın
“San Sebastiano” tablosuna sahip. Ayrıca Tullio
Lombardo'nun “Doppio Ritratto”su,
Gian Cristoforo Romano'nun “Busto di
Fanciullo”su ve Jacopo Sansovino "Madonna col
Bambino" adlı tabloları da koleksiyon içinde. Bronzlar
arasında ise Andrea Riccio'nun nadide rölyefleri, Jacopo
Bonaccolsi'nin antik "Apollo"su ve Tiziano'nun “Venere
allo Specchio”su da burada görülebilir.
3. Venedik Kent Müzeleri
(Venice Civic Museums)
* Ca’Rezzonico 1600'lü yılların ikinci yarısında Bon Ailesi
için tasarlanmış, sonra Rezzonico ailesine satılmış ve sonra da müze olarak kullanılmaya başlanmış bir binada bulunuyor. Venedikli zengin ailelerin yaşam
tarzını merak ediyorsanız bu müze hakikaten doğru bir adres. İçinde Canaletto’nun resimleri, Giandomenico
Tiepolo’nun Villa Zianigo freskleri var.
* Ca’ Pesaro (Modern Sanatlar
Müzesi) Mimar Baldassare
Longhena’nın son eseri. İnşaat süresinde hayatını kaybettiği için Antonio
Gaspari tarafından tamamlanmış bir bina burası. 17. yüzyıl Barok mimarisinin etkileyici
örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Kandinsky, Klee, Klimt, Chagall, Matisse gibi sanatçıların yanı sıra Morandi,
De Chirico, Boccioni gibi önemli İtalyan sanatçıların heykel ve resimlerine de sahip.
* Palazzo Mocenigo Museum: Korunmuş freskleriyle ünlü
bir saray kendisi. Tekstil ve Kostüm Araştırmaları Merkezi olarak kullanılıyor.
* Casa di Carlo Goldoni
(Carlo Goldoni’nin Evi): İtalyan’ın bir numaralı tiyatro yazarının evi ki kendisi tam bir
Moliere tutkunuymuş ve eserlerini onun dilinde okuyabilmek için Fransızca da
öğrenmiş ve sayesinde hem iyi bir yazar olmuş hem de yaptıkları İtalya tiyatro
tarihinde reform olarak algılanmış.
4. Frari Santa Maria Gloriosa
Bazilikası: Latin
haçı şeklide inşa edilmiş, büyük kilise ya da küçük bazilika olarak bahsediliyor kendisinden. Tiziano ve
Bellini’nin başyapıtlarıyla süslü. Donatello’nun muhteşem ‘Vaftizci
Yahya’ heykeli, Tiziano’nun başyapıtları ‘Meryem’in
Göğe Yükselişi’ ile ‘Madonna di Ca’Pesaro’ (Pesaro Madonnası)
bu kilisede bulunuyor. (Giriş ücretli)
5.San Giorgio Maggiore
Katedrali (Chiesa di San Giorgio Maggiore): Andrea Palladio’nun eseri bir bina burası. San Giorgio Adası ’nda
bulunuyor ve lagünün muhteşem manzarasına bakan bir çan kulesi var. İtalyan Rönesans
sanatçısı Jacopo Tintoretto’nun ‘Son Yemek’ ve ‘Kutsal Yemeğin Toplanması’
gibi önemli eserleri var içinde. Karşısı San Marco Meydanı. (Giriş ücretli)
6. Peggy Guggenheim: Sanat aşığı Amerikalı milyoner Peggy
Guggenheim tarafından kurulan müzede daha çok sürrealist
çalışmalar mevcut. Müze koleksiyonunda ikibinden fazla resim ve heykel
bulunuyormuş ve bu anlamda Avrupa’nın en kapsamlı modern sanat koleksiyona sahip
olduğu söyleniyor. Picasso’nun erken dönem çalışmaları, Chagall’ın eserleri ve modern heykelin avangardı diye bahsedilen Brancusi’nin
‘Boşlukta
Bir Kuş’ adlı eserleri var içinde.
7. Santa Maria della Salute
Bazilikası: Venedik’te
17. yüzyılda yaşanan veba salgınından tanrıya sığınarak kurtulmak isteyenler
tarafından inşa edilmiş. Olağanüstü kubbesi ile Venedik’in en önemli sembol
yapılarından biri kabul edilebilir rahatça.. (Giriş ücretsiz)
8. Accademia Gallery
(Gallerie dell’Accademia di Venezia): İtalyan sanatının en büyük koleksiyonlarından birini
koruyan enfes bir müze. Rönesans’ın en büyük ressamlarından Giorgione,
Bellini, Carpaccia, Titen, Tintoret ve Veronesse’nin en ünlü
tablolarına sahip tablolar
salonlarda kronolojik sıraya göre sergileniyorlar. Giovanni Bellini’nin Pieta
’sı burada mesela! Giorgione'nin Tempest'i, Tiziano'nun
Pieta’sı,
Carpaccio'nun
The
Cycle of the Sint Ursula’nın Söyleşileri ve Paolo Veronese'nin Feast
in the House of Levi gibi başyapıtlarını burada görebilirsiniz. Bence galerinin önündeki Accademia Köprüsü’nden (Ponte dell’Accademia) Santa Maria
della Salute Bazilikası'nın fotoğrafı mutlaka çekilmeli.
9.Scuola Grande di San Rocco
(San Rocco Büyük Okulu): Tintoretto
burada 23 yıl çalışmış ve ‘İsa’nın Ayartılışı’, ‘Çarmıha Geriliş’
ve ‘Mısır’a
Kaçış’ çalışmaları burada Tinterotto’nun en görülmeye değer
eserlerinden.. Giriş ücretsiz, fakat bağış kabul ediyorlar.
10. Palazzo Querini
Stampalia: Neoklasik
mobilyalar, heykeller, Murano cam avizeler, porselenler, sanat eserleri.
11. Santi Giovanni ve Paolo
Kilisesi (Santi Giovanni e Paolo): Frari Kilisesi sonrası Venedik’teki kiliselerin en görkemli olanı
deniyor kendisine. 25 dükün sanat eseri özelliği taşıyan mezarları bulunuyor
içinde. Yerel halkın San Zanipolo adıyla andığı kilise Dominikliler tarafından
kurulmuş, 100 yılda inşa edilmiş ve bonus olarak Rialto Köprüsü’ne de çok yakın. Etkileyici
Gotik bir mimarisi var ve tuğlalı dış cephesiyle diğerlerinden ayrılıyor. Giovanni
Bellini, Paolo Veronese ve Giovanni Battista Piazzetta gibi
sanatçıların eserlerini de içinde görebiliriz.
Galiba Venedik şehri ikinci bir postu ve o postta da lezzet notlarını paylaşılmasını hak ediyor...
Hem bu randevu bana da yazma motivasyonu olsun isterim.. :)
Sevgiler
Lütfiye