31 Ekim 2011 Pazartesi

RISTORANTE VICTORIA - MILANO


Milano beni ben yapan şehirlerden beri. Belki de ilki.. Çok şey öğretmiştir bana yıllar içinde.. Hem iş hayatımın merkezi olması ve bu sayede dindiğim özünde insan olan deneyimler hem özel seyahatlerimde şehirde yaptığım uzun yürüyüşler hayatımın ve düşünce şeklimin üzerine detaylıca eğilmemi sağlamıştır gerçekten de... 

İşim sebebiyle çok sık seyahat ettiğim bir şehrin özel seyahatlerime de bu denli nüfuz etmesi, bir diğer yandan da sayısız lezzetli deneyim edinmemi sağladı elbette. Bu konuda şanslı olduğumu biliyorum; zira İtalya'da kuzey mutfağı diye bir gerçek hakikaten var... Zaman buldukça bu restoranlardan kısa kısa da olsa bahsetmek istiyorum size.. 

Milano birçok ziyaretçi için bir geçiş noktası aslında. Turizm acenteleri vasıtasıyla şehri ziyaret edenler Milano'nun ancak turistik noktalarından gözlemleyebiliyorlar. Münferit seyahatler ise çok şehirli İtalya turu konseptiyle planlanıyor ve gözlemlediğim şu ki; bu şehre hakettiği kıymeti ve zamanı ayıran kişi sayısı oldukça az.. Dilerim yıllar içinde bu durum seyahat deneyimlerimiz de arttıkça birbirimizi olumlu etkileyerek değişebilir...Durum böyle olunca size ilk restoran önerimi merkezi bir konumdan yola çıkarak yapacağım.

RISTORANTE VICTORIA, Duomo - Brera semtleri arasında kalan ve entellektüel bir çevre tarafından tercih edilen lokal bir restroran. Şarap kavının genişliği nedeniyle "enoteca" diye de bahsediliyor kendisinden.. Victoria'ya uzun senelerdir düzenli gittiğimizden şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, iyi bir restorandır. Basit ama lezzetli tabaklar hazırlarlar ve İtalyan mutfağının geleneksel lezzetlerinden pek de uzaklaşmazlar. Ayrıca servisleri de bir Fransız restoranı kadar özenlidir. Teatro alla Scala gösterileri sonrası için tavsiye edilen "After Scala" mekanlarından da biri kabul edilir Victoria. Bu da kendileri için sıkı bir referans olarak kabul edilir diye düşünüyorum..

Adres : Via Clerici 1. 




Neler tavsiye edebilirim bu restorana dair; 

Mozzarella Di Bufala: Pek çoğunuzun bileceği gibi riskli bir peynir çeşidi kendisi; zira söz konusu Mozzarella olduğunda en önemli ve belki de tek önemli nokta sütün tazeliği oluyor. Bu da peyniri günlük tüketmek gibi bir gerekliliği beraberinde getiriyor. Türkiye'de yemeyi genel olarak tercih etmediğimiz bu peyniri, İtalya'da öncelikli olarak tüketmek istememizin ana nedeni de bu tazelik oluyor zaten. Bu arada mozarella, İtalya'da dahi her restoran menüsünde Bufala olarak çıkmaz karşınıza, o nedenle de eğer mümkünse Victoria'da bu denemeyi yapabilirsiniz..



Ben iflah olmaz bir risotto severim. Bir menüde risotto varsa mutlak tercihlerimden biri kendisi olur. Victoria'yi bu kadar çok sevmemin ana nedeni de hayatımdaki en farklı ve lezzetli de risotto denemelerini burada yapmış olmam bile diyebilirim.

Görseli fazlasıyla karanlık ve flu belki ama birkaç yıl evvel Victoria'da şampanya ve dağ meyveleri ile hazırlanmış enfes bir risotto deneyimi yaşamıştım ve beni müthis memnun etmişti bu denemem.. Menülerinde şu an da devam ediyor mudur bilemem ama mevsimi orman meyveleri için uygun ise mutlaka sormanızı tavsiye ederim. 

Tartar benim damak keyfime pek uygun bir lezzet değil aslında ama sevenin de bu lezzetin peşine düştüğünü biliyorum.. Victoria et ve balık tartar konusunda da başarılı bir restoran kabul ediliyor.

Victoria'nın et tabaklarını birçok kez denemiş, ette yumuşaklığa -doğal yollar ile elde edilmiş yumuşaklığa- aşırı önem verdiğimden de her denememde tabağımı büyük bir iştah ile bitirmiştim. Özellikle polenta üzerinde servis edilen dana eti denememi çok sevdigimi hatırlıyorum. Polenta, mısır unu ile yapilan bir tip İtalyan garnitürü kabul edilir. Püre gibi yapısı nedeniyle de et yemeklerine yakışır. İyi bir polenta hem lezzetli hem de sağlıklı bir tabak olsa da İtalya'da dahi olsanız bu tabağı her restoranda denediğinizde mutlu olmazsınız.. Bu da aklınızda olsun.. 

afiyetler
lulu
x

NOT : Bu arada mekanın bir de kafe versiyonu var aynı isimde ve hemen yan sokağında bulunuyor. Aman yanlışlıkla orada oturmayın ki size hayal kırıklığı yaşatmış olmayayım. ;)

27 Ekim 2011 Perşembe

U-FLEKU - PRAG


Bunu söylemek çok hoşuma gitmiyor, ancak metropol hayatı içinde olanlar için (özellikle de haftanın 5 günü ve 9/6 çalışanlar) bayram demek ne yazık ki tatil anlamına geliyor. Bu düşünceden ben de pek memnun olduğumu söyleyemem, fakat yoğun iş hayatı ve hızını yavaşlatmakta zorlandığımız büyük şehir dinamiğinde sürüklenirken yorgun düşüyor ve beynimizi boşaltıp yenilenmek adına mümkün olan tüm fırsatları tatil olarak değerlendiriyoruz.. "Nerede o eski bayramlar?" demeyeceğim elbette ama diyenler çok, onları da anlıyorum.

Önümüzde yaklaşmakta olan bir bayram tatili var ve ben resmen dakika sayıyorum o güne erişmek için.. Benim gibi seyahat hazırlığı içinde olanlar arasında destinasyonu Prag olanlar varsa, nefis bir önerim olacak onlar için. 

Prag'da Kremencova 11 adresinde, 1499 yılından bu yana hizmet veren tam 512 yıllık nefis bir lokal birahane bulunuyor. Adı U Fleku. U Fleku, hem bir birahane hem de bir restaurant aslında.. Mekanda, akordeon ve tuba çalan iki tatlı müzisyen ile canlı müzik yapılıyor bazı geceler. Tatlı dedim ve daha evvel Prag seyahati yapanlar için belki de bu "tatlı" tanımı biraz garip gelmiş olabilir.. 

Prag şehir sakinleri genel olarak ülkenin genleri ve yaşanmışlıkları gereği Akdeniz insanı profilinden bir miktar uzaklar. Soğuk ve fazla snop olduklarını rahatça söyleyebilirim, ama bazılarının bu soğukluk üzerine biraz da gıcık olduğunu söylersem tuhaf bir yorum yapmış sayılmam umarım.. Ancak bu restaurantta tüm personel bambaşka bir motivasyon, güler yüz ve yüksek bir enerjiyle çalışıyorlar. Mekanın lokal biralarından denemek elbette şart hatta farklı seçenekleri aynı anda azar azar denemek için tadım menüsü de alıbiliyorsunuz. Garsonlar sürekli masalar arasında dolanıp, boşalan bira bardaklarını tazeliyorlar. Siz dur demedikçe de bardağınız sürekli dolduruluyor ve 'Nas Zdorovye' sesleri mekanda yankılanıp duruyor. Cozy bir ortamı var U Fleku'nun. Restoran kısmında da oturup mekanın lezzetli et yemeklerini denemeyebiliyorsunuz. Yemek konusunda da fena değiller diyebilirim.

U-Fleku'da günün ya da gecenin sonu kesinlikle Becherovka ile yapılıyor. Birer shot, özellikle de kış aylarındaysanız, sizi dışarıdaki soğuğa karsı hazırlıyor bir bakıma. 

Bu arada restoran çıkışında Prag'a özgü kuklaların U-Fleku versiyonlarını göreceksiniz. Kukla tercihinizi burada kullanmak ister misiniz bilmem ama biz öyle yapmıştık ve belki de bu yüzden U-Fleku'yu seneler geçse de asla aklımızdan çıkartmadık. 

Diyecegim o ki, notlarınıza eklemeye değer bir mekandır U-Fleku.
Kafka izinde şehirde gezeceklere de kesinlikle iyi gelir...

lulu
x

 

 



13 Ekim 2011 Perşembe

HOLLANDA


Çevremde ne çok arkadaşım var Amsterdam şehrine büyük bir aşkla bağlı olan ve defalarca şehri ziyaret eden.. Gerçi genel olarak alternatif eğlence seçenekleri yüzünden şehri bu kadar çok seviyorlar biliyorum ama neticesinde de şehri seviyorlar yahu...

Oysa ben pek sevemedim Amsterdam'ı. Yani "sevemedim" doğru kelime mi pek de emim değilim aslında ama ilk seyahatte şehirle aramda yeterinde kuvvetli bir bağ kur(a)madığımı düşünüyorum. Yaşam dinamiğine ayak uydurmak da istemedim aslında nedense.. Oysa çiçek pazarları renkli ve sevimliydi, manavları görsel olarak içimi açtı, köprüleri, minik evleri, değirmenleri ile de görsel hafızamızı doyuran birçok güzel anımız oldu bu şehrin sokaklarında.. Hele ki peynirleri! Seyahat hayatımızdaki en fazla peynir alışverişini Amsterdam'dan yaptık bile diyebilirim. Ancak yine de uzun bir süre görmesem "ahh Amsterdam" diye başlayan bir cümle kuracağımı sanmıyorum. 

Beni Amsterdam'a mutemelen yeniden çekecek bir neden varsa eğer o da Alpico ile gezmek istediğim müzelerin hayali olabilir diye düşünüyorum şu an. Barok dönemin Flaman ve Flemenk izlerini Rijksmuseum'da takip etmek elbette tartışılmaz bir deneyim benim için ve bu deneyimi bir de Alpcan ile yaşamak çok daha anlamlı olacaktır..

Gel gelelim, müzeler bir kenarda dursun ve ben Amsterdam yerine hakkımı Hollanda'nın şirin şehir ve kasabalarından yana kullanayım isterim elbette.. Mesela; yeşile doyduğum Volendam ve Marken kasabaları ya da gerçekten ufakcık ama bir o kadar da sevimli olan Lahey ve Delft.. Hatta depdeğişik bir Hollanda deneyimi için; Scheveningen.

Bu seyahat sonrası kendi adıma en önemli kazanım, Hollandalılara beslemeye başladığım muazzam saygı oldu demeliyim. Gördüğüm en medeni Avrupa sehirlerinden biri olmaları bir yana dursun, ülkelerini ciddi anlamda elleriyle ve tırnaklarıyla kazıyarak inşa etmelerine hayran kaldım hakikaten.. Bunu bir savaş başarısı, bir işgalden kurtuluş hikayesi anlamında söylemiyorum; zira izlediğimiz ve okuduğumuz detaylarda şunu öğrendik ki; deniz seviyesinin altındaki tüm araziler halkın desteği sayesinde kum setleriyle desteklenmese, ülke topraklarının neredeyse %40'ı sular altında kalabilirmiş normal şartlarda.. Halkın bu konudaki bilinç seviyesi, verdigi hem fiziksel hem manevi destek ve harcanan emek inanılmaz bir hikayenin parçası. Hayran olmamak, mücizelerin zaman zaman insan eli ile de mümkün olabileceğine inanmamak neredeyse mümkün değil..

Yazı sonrasına eklediğim görseller 2009 Haziran ayı seyahatimizden. Son iki resim henüz doğmamış hatta sevgiliyle aramızda kararı bile verilmemiş, ancak yine de bir gün geleceğinden amin olduğumuz Alpcan için çekilmişti. Evet evet, tam olarak o isim için... ;)

* Kucuk a.

lulu
x






4 Ekim 2011 Salı

HER DEM ROMA...


Alpico'nun da içine dahil olacağı yaşama dair bizi çok korkutanlar ya da daha çok korkutmaya çabalayanlar olmuştu hamilelik sürecimde. Özellikle de seyahat anlamında "çocuk olsun, görürsünüz siz" diyenler hiç hiç azımsanacak sayıda değildi. Kulaklarını tıkamasını bilen, gülüp geçmeyi zaman içinde öğrenmiş bir şekilde anne olmaya karar verdiğimden bu söylemleri çok da kafama taktığımı söyleyemem.. İyi ki de öyle yapmışım, zira enerji enerjiyi besler ve siz özde neye inanırsanız, evren de o inandığınız şey için iş birliği yapar..

Neticede Alpcan bizden çok da farklı bir yolda değil. Doğduğu günden bu yana hayata alışma süreci gayet uyumlu süregittiğinden, seyahatlerimize de nerdeyse aynı sıklıkla devam ediyor ve hep hayal ettiğimiz gibi bu deneyimi onun varlığıyla taçlandırıyoruz. "Bunun bir formülü var mı?" sorularına doğru bir yanıt verebilir miyim açıkcası bilmiyoru, ancak bunun benim bakış açımdan en önemli nedeninin; bizim hayatı algılama şeklimiz ve olumsuza odaklanmama halimiz olduğunu söylemem mümkün..

Hepimiz biliyoruz ki; olumsuz motivasyon örnekleri her daim bizlere dayatılıyor ve üzerimizde belli belirsiz de olsa birer toplumsal baskı oluşturuyorlar. Buna sanırım ki kimsenin bir şüphesi yok artık. Fakat buna rağmen dayatılan olumsuzlukları yaşamak zorunda olmadığımızı biliyorum, sizinde bu noktada bir farkındalık kazanmanızı dilerim o yüzden.. Her anne ve her çocuk özde tek, biricik ve her birinin deneyimleri belki birbirine çok benzer ama kesinlikle çok da farklı diye düşünüyorum ben. Bana kalırsa bu bilinç kiymetli.. Bu şekilde bakıldığında da bebek sahibi olmanın tüm zorluklarının çok daha kolay ve yumuşakça halledileceğine neredeyse eminim..

Gelelim yeni seyahat planlarıma..

Ekim ayı sevgiliyle ilişkimiz için en kıymetli ay, çünkü kutlamalarımız daha çok ilk birlikte olmaya başladığımız gün odağında ilerliyor senelerdir.. Kapitalist sistemin dayattığı ve herkese özel olması beklenen günlerse hiç ilgi ve duygu alanımız olmadı açıkçası.. O nedenle yaklaşan Ekim ayı kutlaması için elbette Alpcan'ı da yanımıza alıp, kısa bir tatil sürprizi planlıyorum bugünlerde.. Hem de can'ım Roma'cığımıza doğru...

Roma, çok (aslında en!) sevdiğimiz ve yaşamayı en çok arzu ettiğimiz Avrupa şehri olması yanında, Alpcan'ı hayatımıza katmaya karar verdiğimiz ve gidip Sistina Şapeli'nde dua ettiğimiz şehir. Yani hakikaten manevi olarak bir anlamı var o şehre yeniden geri dönmemizin ve bu kez yanımıza Alpcan'ı da alacak olmamızın.. Bir yanım araya Siena ziyareti de ekle diyor aslında, ama diğer yanımı dinleyerek Roma'ya dair tüm özlemlerimizi yaşamayı tercih ederiz gibi de hissediyorum..

Bakalım o yollar Roma'da nasıl şekillenecek..